Biz, bugüne kadar gerçek, bilimsel ve olumlu anlamıyla ulusal bir dönem yaşayamadık; bundan ötürü de, ulusal bir tarihimiz olmadı. Bunun daha iyi açıklanabilmesi için Osmanlı tarihini hatırlayalım: Osmanlı tarihinde görülen bütün çabalar, bütün çalışmalar, ulusun gerçek istek, dilek ve ihtiyaçları bakımından değil, belki şunun bunun özel isteklerini, aşırı isteklerini karşılamak için yapılmıştır. Nitekim Fatih İstanbul’u aldıktan, ve Selçuk Sultanlığı ile Doğu Roma İmparatorluğunun topraklarını ele geçirdikten sonra, Batı Roma İmparatorluğunu da elde ederek koskoca bir saltanat kurmak istedi. Böyle bir isteği gerçekleştirmek için de, bütün ulusu, bütün o büyük gücü, arkasından o ereğe doğru sürükledi. Yavuz Sultan Selim, Fatih’in açtığı batı cephesini koruyup sağlamlaştırmakla birlikte, Asya’yı yönetimi altında birleştirerek büyük bir İslam İmparatorluğu kurmaya girişti. Bütün ulusu, bütün o büyük gücü, bunun ardında dolaştırdı. Kanuni Sultan Süleyman ise, bu iki cepheyi olanca büyüklüğü ile genişletmek, bütün Akdeniz’i bir Osmanlı havuzu haline getirmek, Hindistan’ı bile elinin altında bulundurmak gibi çok ulu bir siyaset izledi. Bu siyaseti uygulamak için de o büyük gücü kullandı. Arkadaşlar, bütün bu davranışlar gözden geçirilirse görülür ki, bu büyük, güçlü padişahlar, izledikleri dış siyasette kendi arzu ve sonu gelmeyen isteklerine uyarak davranmışlardır. İç örgütlerini, iç işleriyle ilgili siyasetlerini bu aşırı isteklerden doğma dış siyasetlerine göre düzenlemek zorunda kalmışlardır. Oysa içe dönük siyasete dayandırılması zorunludur; yani dış siyasetin iç örgütün kaldıramayacağı geniş boyutlarda olmaması gerekir. Yoksa, hayal ürünü dış siyasetler arasında koşanlar, dayanak noktalarını kendiliklerinden yitirirler. Gerçekten Osmanlı padişahları asıl olan noktayı unuttular. Duygularını ve isteklerini dış siyasetlerine uydurmak zorunda kalınca, ele geçirdikleri ülkelerdeki ulusları, dilleri, dinleri, gelenekleri, her şeyleri birbirinden ayrı olan ulusları, olduğu gibi korumaya kalkıştılar; ve onlara bütün özelliklerini koruyabilmeleri için ayrıcalıklar bağışladılar. Buna karşılık asıl Türk ulusu uzun seferlere çıkmakla, savaş meydanlarında ölmekle, alınan ülkelerin halkını beslemekle, onlara bekçilik etmekle kendini tüketiyordu. Bu yüzden temel öge olan ulusun kendi evinde, kendi yurdunda, kendi yaşamı için gereken şeyleri sağlamak için çalışması engellenmiş oluyordu. Bu padişahlar, böyle ülke ülke dolaştırmakla ulusu kendi yurdunu düşünmekten alıkoymakla da kalmıyorlardı; gerek ele geçirdikleri yerlerin halkını, gerek yabancıları memnun edebilmek için doğrudan doğruya Türk ulusunun haklarından, yaşam kaynaklarından, ekonomik olanaklarından birçok şeyi onlara bağış olarak, armağan olarak veriyorlardı. Örneğin: Fatih zamanında Cenevizlilere ve patriğe tanınan ayrıcalıklarla açılan yol, kendisinden sonra hep genişlemiş ve sağlamlaştırılmıştır. Bu ayrıcalıklar hükümetin en güçlü ve en görkemli zamanında bağışlanıyordu: sadece sadece bir hükümdara yakışan bir bağış olarak. Hepiniz hatırlarsınız: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Venediklilerle bir ticaret anlaşması yapılmıştı. Ama padişah Venediklilerle ticaret anlaşması yapmayı kendi şeref ve onuruna uygun görmedi. Çünkü onun anlayışına göre anlaşma ancak birbirine eşit uluslar arasında yapılabilirdi. Oysa Venedik o günlerde, Osmanlı Devleti ile eşit olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya koruyuculuğuna sığınmıştı. Bu yüzden böyle ulu bir sultan böyle bir hükümetle anlaşma yapamazdı. Ona ancak bazı “izinler”, olanaklar bağışlayabilirdi; ve bunu yaptı. İşte bu “izinler” kelimesi sonunda, “kapitülasyonlar” olarak çevrildi. Oysa, biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi, bir kale içine kuşatılıp da, savunma olanaklarını kullanıp yitirdikten sonra teslim olmak zorunda olanlar için kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi , Padişahların “iznini” , “kapitülasyon” diye çevirerek kullandılar. Bu küçük ayrıntıyı iki noktadan tekrar ele alacağım: Ulus, rahat yaşama nedenleriyle uğraşmaktan alıkonuyor; ülke ülke dolaştırılıyor ve bu yeni ülkeler hakkı birçok ayrıcalığa ve ayrıklığa sahip olarak çalışıyor. Yani fatihler Türk ulusunu peşlerine takarak kılıçla ülke alırken, kılıç sallayıp dururken, ele geçirilen ülkelerin halkı kazandıkları ayrıcalıklardan yararlanarak sabana yapışıyorlar, toprağı işliyorlardı. Arkadaşlar, kılıçla toprak elde edenler, sabanla toprak işleyenlere yenilmek ve sonunda yerlerini onlara bırakmak zorunda kalırlar. Nitekim, Osmanlıların saltanatı da böyle bir duruma düşmüştür. Bulgarlar, Sırplar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, güçlenmişlerdir; bizim ulusumuz ise, fatihlerin arkasında serseri serseri dolaşmış ve kendi anayurdunda çalışmamış olduğu için bir gün onlara yenik düşmüştür. Bu tarihin her döneminde, ve dünyanın her yerinde, belirttiğim gibi olagelmiş bir gerçektir. Örneğin, Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken, oraya İngiliz çiftçisi girmiştir. Uygar sabanla kılıç savaşında sonunda kazanan saban olmuştur ve Kanada’yı eline geçirmiştir. Baylar, kılıç kullanan kol yorulur, ama saban kullanan kol gün geçtikçe daha da güçlenir, güçlendikçe de daha çok toprağı olur. Baylar, Osmanlı fatihleri, padişahları, istilacıları ulusla birlikte sabanın önünde yenilip gerilemeye başladıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü baş gösterdi. Sadece padişahlara yakışır bir bağış olarak yabancılara bahşedilmiş olan ve özel bir armağan olarak ülke içindeki Hristiyan uyruklara verilmiş bulunan her şey, kazanılmış haklar sayıldı. Yabancılar yalnız bu hakları korumakla yetinmediler. Onları her gün biraz daha arttırmak için yollar aradılar ve buldular. Uyruklarını bulundurmayı başardıkları iç örgütlere dayanarak, dışardakilerin de yardım ve kışkırtmaları ile devleti ve öz Türkleri yok edecek bir siyasal varlık elde etmek için çalışmaktan geri kalmadılar. Yabancılar hem bunları kışkırtıyor, hem işlerimize kendileri karışıyor; ve her karışmada devlet ve ulusun zararına olmak üzere yeni yeni birtakım ayrıcalıklar, haklar koparıyorlardı. Bunlar olup dururken, zaten yoksul düşmüş anayurtta, ulus devlete verebileceği vergiyi güçlükle sağlayabiliyordu. Oysa; padişahlar, taçlılar, saraylar, Babıâliler ne yapıp yapıp gösterişlerini, ululuk gösterilerini sürdürebilmek, zevk ve aşırı isteklerini karşılamak için gereken parayı bulma çareleri arıyorlardı. O çareler borçlanmalar oldu. O kadar çok borç aldılar, o kadar elverişsiz koşullar içinde borçlanıyorlardı ki, bunların faizlerini bile ödeyemez oldular. Sonunda, bir gün Osmanlı devletinin iflas ettiği hükmüne varıldı. Maliye ile ilgili işler hemen denetime alınmış, başımıza “Düyun-u Umumiye” belası çökmüştü. Baylar, ulusun başına gelen bu acıklı halin, bu yoksulluğun nedenlerini arayacak olursak, bunları doğrudan doğruya devlet kavramında buluruz. Biliyorsunuz ki, Osmanlı devleti önceleri bir hükümdarın kişisel egemenliği altında, on beş yıldır da “meşrutiyet” ilkelerine göre yönetiliyordu.
Arkadaşlar, salt kişisel yönetimde, her alanda, padişahın isteği, iradesi, egemendi. Söz konusu olan yalnız bunlardı. Ulusun dilekleri, istekleri, ihtiyaçları söz konusu olmaktan çok uzaktı. Bütün ulus bunlardan soyutlanmış bulunuyordu. Çünkü taçlılar (padişahlar) kendilerini Tanrı’nın gönderdiği bir varlık sayarlardı. Bir de onların çevresini saran çıkarcılar vardı. Onlar da padişahın düşündüğü gibi düşünürler ve padişahın her düşüncesini, her isteğini gökten inme bir buyruk, bir Kuran buyruğu imiş gibi herkese yayarlardı. Bu yolda yoğun ve sürekli çabalar sonunda gerçekten bir gün bütün halk, o isteklerin, o buyrukların gökten inmiş buyruklar gibi, hiçbir sınırlama ve koşul olmadan, yerine getirilmesi gerektiğine inandı. Böylece egemenliğinden, yönetime katılma hakkından vazgeçmeye razı olmuş bir ulusun sonu elbette yıkımdır, elbette felakettir. Arkadaşlar, üzerinde son durduğumuz noktaya dönelim: Artık Osmanlı devleti gerçekte ve eylemli olarak bağımsızlıktan yoksun bir duruma düşürülmüştü. Bir devlet ki uyruklarına koyduğu vergiyi, yurttaki yabancılara koyamaz; gümrük işlerini, vergilerini ülkenin ve ulusun ihtiyaçlarına göre düzenlemesi yasaktır; bir devlet ki, üstelik yabancıları yargılayamaz, böyle bir devlete elbette bağımsız denemez. Devletin ve ulusun işlerine karışma bu kadarla kalmıyor, daha büyük boyutlar alıyordu. Doğrudan doğruya bir ulusun yaşam ihtiyaçları olan, örneğin, demiryolu yapmak, fabrika kurmak, herhangi bir şey yapmak için devlet özgür değildi; yabancılar hemen işe karışırlardı. Yaşamını sağlaması yasaklanan bir devlet bağımsız olabilir mi? Belirttiğim gibi, gerçekte devlet bağımsızlığını çoktan yitirmiş, Osmanlı devleti artık yabancıların sömürgesi olmuş ve Osmanlı halkı içindeki Türk ulusu tamamiyle esir durumuna düşürülmüştü. Bu sonuç, belirttiğim gibi, ulusun kendi iradesi ve kendi egemenliği elinde bulunmamasından ve bu irade ve egemenliğin şunun bunun kullanmasından kaynaklanmıştı. Öyleyse kesinlikle diyebiliriz ki, biz ulusal bir dönem yaşamıyorduk ve ulusal bir tarihimiz yoktu. Osmanlı tarihi, baştan sona, hakanların, padişahların, kişilerin ve bazı grupların hal ve davranışlarını sergileyen bir destandan başka bir şey değildir. Geçmişin, yüzyılların elimize tarih diye uzattığı kitabın niteliği işte budur. Arkadaşlar, ulusun egemenliği elinde olmaması yüzünden katıldığımız dünya savaşında, değerli evlatlarımızdan oluşan kahraman ordularımızın Galiçya’da, Roma’ya ve Makedonya’da, Kafkas dağlarında, Sina çöllerinde çektikleri sıkıntı ve güçlükleri hatırlatmayı gerektirecek kadar uzun zaman geçmemiştir; zaten bu dünya savaşının uğursuz sonucunu bilmeyen yoktur. Hele Mondros ateşkes anlaşmasıyla açılan ateşkes döneminin durumunu bir an için gözden geçirirseniz, göreceğiniz baştan aşağı bir çöküntü görünüşünden başka bir şey değildir. Karşı devletler verilen her türlü uygarca ve insanca sözleri ve hakları hiçe sayarak yurdumuzun en değerli, en verimli yerlerini çiğnediler. İzmir’i, Bursa’ya, ta Sakarya’ya kadar Eskişehir’i; sonra bütün Adana ve dolaylarını, Trakya’yı, İstanbul’u, en sevgili yerlerimizi çiğnediler. Ancak, düşmanların bu davranışlarından daha acıklı, daha korkunç, daha üzücü olan şey, bu ülkenin yüzyıllarca başında bulunan, bu ulusun irade ve egemenliğini kullanan kişilerin de düşman tarafına geçmesidir. Yurttaşlar biliyorsunuz, bu düşmanlar, yani bu iç düşmanlar, dış düşmanların yapmadığı, yapamayacağı iğrenç, korkunç eylemlere girişmekten çekinmediler. Dış düşmanlar, demin saydığım sevgili yurt topraklarında bulunurken, Padişahın buyrultusuyla çıkardığı fetvalara ve halifelik ordularıyla bu masum ulus şurada burada kandırılıyor, alçaltılıyordu. Yurdumuzun şurasında burasında ayaklanmalar başlamıştı. Zaten çoktandır maddi ve manevi bakımdan bağımsızlığını yitirmiş olan Osmanlı devletinin çökmesi başarılmıştı. Osmanlı devleti tamamiyle çöküp gitmişti. Ancak düşmanlarımız, Osmanlı devletini kuran Türk ulusunun da, bu yurdun gerçek halkının da, aynı zamanda çöküp yok olduğunu sandılar. İşte burada çok yanıldılar. Osmanlı devletini, Osmanlı devleti gibi bir çok devlet kurmuş olan Türk ulusu yok olmamıştır. Tersine, yaşamına, iç ve dış düşmanlarınca yöneltilen acı ve tiksindirici vuruşlarla birdenbire uyanmış ve yaşamını, şerefini, namusunu kurtarmak için kesin bir kararlılıkla başını kaldırmış, birleşip dayanışarak ortaya atılmıştır.
Şubat 1923, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II