Atatürk’ün düşünce yapısının oluşumunda öncelikle dikkati çeken şey, onun tekil ve öğretiye dayalı bir kaynaktan beslenmek yerine, esnek bir “çok perspektiflilik” içinde çağının tüm akım ve düşünce sistemlerinden yararlanma yoluna gitmiş olmasıdır. Kuşkusuz bu kaynakların tümü eşit bir önem ve ağırlığa sahip değildir. Türk ulusunun nesnel koşullarına, kişilik özelliklerine ve doğasına en uygun ve dönemin temel sorunlarının çözülmesinde en çok yarar sağlayabilecek olanlar ön plana çıkmıştır. Sözgelimi bir model olarak Fransız Devrimi ve onun etki ve serpintileri içinde ulusalcılık, cumhuriyetçilik ve laiklik akımları; Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde Türk aydınları tarafından üretilmiş düşünsel çözüm yollarından Türkçülük ve Batıcılık gibi akımlar ve yine Bolşevik Devrimi’nin kimi halkçı ve devletçi uygulamaları, onun düşünce yapısının oluşumunda daha belirleyici olan öğeler olarak görülmektedir. Elbette, tümünün seçiminde ve kaynağında öncelikle toplumsal koşul ve gereksinimler vardır ki büyük önder de bu durumu şöyle dile getirmektedir:
“… Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır…”
Bu, “Ata-Türk Devrimi”nin ulusun koşul ve gereksinimleri doğrultusunda halk adına ve demokratik bir hükümet kurulması yoluyla yapılmış olduğu” anlamına gelen bir açıklamadır. O koşul ve gereksinimleri kısaca anımsayalım: Devrim ve özgürlük, varlık ve onurun kurtarılmasına yönelik bir bağımsızlık savaşı sürecinde ve sonrasında gerçekleştirilmiş ve tüm bu süreçte üç kutuplu bir koalisyonun aşılması gerekmiştir:
- Dünya Savaşı’ndan yengiyle çıkmış ve Türk ulusunun bağımsız var oluş haklarını tanımayan devletler,
- Gerek teknik yapısı ve işleyişiyle gerek kadro yapısıyla ve gerekse de toplum üzerindeki olumsuz etkileriyle ömrünü ve görevini tamamlamış Osmanlı bürokrasisi ve o bürokrasinin temel kurumları,
- Yüzyıllar içinde kökleşmiş olan toplumsal ve siyasal kültür.
Tüm bu siyasal düşünce akımlarının yanı sıra Atatürk’ün düşünce ve eylemlerinde Akılcılık (Rasyonalizm) ve Olguculuk (Pozitivizm)’un da belirgin izleri görülmektedir. Özellikle de din konusunda ve inançla ilgili tüm gerçeklerin ölçütü olarak bireysel düşünceyi temel almasında, akılcılığın tüm özelliklerinden yararlanmıştır. Nitekim akılcılığın büyük temsilcilerinden Descartes’in Discours sur la Méthode adlı yapıtını Türkçe’ye çevirterek Milli Eğitim Bakanlığı’na yayımlatmış olması da bu eğilimin önemli bir göstergesidir.
Yine olguculuk da Mustafa Kemal’in gençlik yıllarına damgasını vuran önemli düşünsel akımlardan birisidir. Ancak, “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir” diyen Atatürk’ün olguculuğu, bir Auguste Comte izleyiciliğinden çok, insan düşüncesinin eriştiği bir aşama biçiminde gelişme göstermiştir. Nitekim Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin “Allah’ı İnkâr mümkün müdür?” adlı yapıtını okuyan büyük önder, kitapta anılan doğulu ve batılı düşünürleri şu sözlerle değerlendirmişti:
“Allah’ı inkâr mümkün müdür? eserini bitirdim. Bütün filozoflar, değişik dinlere bağlı olan doğalcılar, akılcılar, maddeciler, bilgeler, düşünürler, mutasavvıflar, hepsi, ruhun var olup olmadığını, ruh ve maddenin bir ya da ayrı olup olmadığını ve ruhun kalıcı olup olmadığını inceliyor. Bu incelemelerde bilim ve tekniğe dayananlar kabul edilebilir. İmam Gazali, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi Müslüman imamların sözleri ise genel anlayıştan büsbütün başkadır. Dindar düşünürler kuralları, bilimleri, teknikleri ve felsefeyi şeriatın sözlerini yorumlamak için evirip çevirmeye çaba göstermişler.”
Bu sözler, yukarıda da belirttiğimiz gibi Mustafa Kemal’in tek bir öğretinin ya da düşünürün izleyicisi olmadığını, onların tümünü değerlendirerek kendince bir sonuca ve senteze varmak istediğini bir kez daha göstermektedir.
SÖYLEV (1919-1927) ve DEMEÇLER (1928-1938) syf: 6-7