Hastalığının iyice ağırlaştığı, 1938 yılında doktorlarının istirahat dışında hiçbir şeye izin vermedikleri durumda bile ATATÜRK, yurt sorunlarından kopamamıştır. Büyük devletlerin Türkiye’nin Hatay konusundaki kararlılığını sınadığı bir ortamda o, Hatay’ın ana vatana katılmasını gerçekleştirmek için ölümü pahasına askerî manevralara katılmıştır. Bu davranışıyla bir taraftan Türkiye’nin Hatay halkının özgürlük davasında yanında olduğunu diğer taraftan da vatan sevgisinin yaşama arzusundan önce geldiğini göstermiştir. Bu gösteri onun çılgınlığından değil, vatana ilişkin görevlerin her şeyin üzerinde olduğu yönündeki düşüncelerinden kaynaklanmaktaydı. Aşağıdaki anekdot ondaki vatan sevgisinin ne denli güçlü olduğunu yansıtan güzel bir örnektir:
1923 yılı Martının on beşi pazar günüydü. ATATÜRK, Adana İstasyonu’nda trenden inmiş; sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları, “Yaşa varol!” sesleri arasında yaya olarak kente giriyordu.
Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; ATATÜRK’ün önünde durdular. Arkalarından bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın kişiliğinde henüz tutsak bulunan İskenderun’la Antakya’nın Türk olan bütün halkı: “Bizi de kurtar!” diye yalvarıyordu.
Herkesin gözleri yaşarmıştı, hıçkırıklarını tutamayanlar vardı.
ATATÜRK’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince ATATÜRK’ün alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünde bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:
-Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi.
On altı yıl sonra Hatay sorunun en heyecanlı günlerinde, hasta ve bitkin olmasına rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana’ya gitti. Dört saat ayakta durmak, birliklerin geçidini izlemek gibi olağanüstü bir dayanıklılık gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat ATATÜRK’ü yitirdik.
İsmail Habib, bu konuyu şöyle bitirir: “Hatay, Hatay! Seni kurtaran, aynı zamanda senin şehidin oldu!”
Arif Hikmet Par – M. Agah Önen; s. 83-84.