ATATÜRK, Türk ulusunun başarılarının kendisine mal edilmesine daima karşı ç ıkmıştır. Büyük olanın kendisi değil Türk ulusu olduğunu, tüm başarıların onun eseri olduğunu, başarıların kendisine bağlanarak ulusu küçük düşürmeye kimsenin hakkı olmadığını birçok kez dile getirmiştir. ATATÜRK bu yaklaşımlarıyla, Türk ulusunun yeteneklerinden şüphe etme hakkının kimsede olmadığını, kendini övme ve yüceltme adına da olsa bu tür anlayışlara karşı müsamaha gösteremeyeceğinin altını çizmiştir. Gerçekten ATATÜRK’ün kendisi Türk ulusunun büyüklüğünün bir göstergesidir. Büyük insanlar, ancak büyük uluslardan çıkar. “Bir Hatıra” ile “Hangi Şan, Hangi Şeref?” başlıklı anekdotlar ; Türk ulusunun büyüklüğünü anlamakta zorluk çekenlere ATATÜRK’ün gösterdiği tepkiyi yansıtan öğüt alınması gereken örneklerdir:
Konya Valisi İzzet Bey, bugün Vali Konağı olarak kullanılmakta olan köşkte ATATÜRK onuruna bir ziyafet vermiş, yemeğe Konya milletvekilleri de davet edilmişti. Yemekte Millî Mücadele’den söz açılmıştı. Tatlı bir sohbet vardı ve ATATÜRK çok neşelenmişti. Bu esnada milletvekillerinden Refik Bey (Refik Koraltan) ATATÜRK’e hitaben; “Her şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz; sen olmasaydın, başka hiç kimse, hiçbir şey yapamazdı. Allah seni başımızdan eksik etmesin…” dedi.
ATATÜRK’ün neşesi kaçmış bunalmaya başlamıştı; bahsi kapatmak istedi:
“Beyefendi bütün yapılanlar, herkesten önce büyük Türk milletinin eseridir; onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise, ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde fikir ve iman birliği içinde ortak vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız. Hakikat bundan ibarettir.” dedi.
Refik Bey, “Paşam bu kadar yüksek tevazua tahammülümüz yoktur.” diye atıldı.
ATATÜRK artık iyice sinirlenmişti; sesini biraz yükselterek cevap verdi:
“Efendim; izin veriniz… Ortada tevazu filân yok…
Gerçeğin ifadesi vardır. Size bir şeyi hatırlatacağım; elbette dikkat etmişsinizdir; ben karşımıza çıkan sorunlar hakkında, her zaman uzun uzadıya konuşur, istişarelerde bulunurum; herkesi konuşturur ve dinlerim. İtiraf edeyim ki, konuşulacak sorunların çözüm şekilleri hakkında doğru ve detaylı bir fikre sahip olmadan müzakerelere girdiğim olmamıştır; bu konularda, ancak arkadaşlarımı yani sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Yani tatbikatta olduğu gibi, verilen kararlarda da hepinizin hissesi vardır; bunu bilesiniz.”
Biraz sustuktan sonra devam etti:
“Şimdi mevzuun asıl ince noktasına geliyorum. Beyefendi, içeride ve dışarıda şahsıma karşı suikastler tertip edilmesinin sebep ve hikmeti nedir, hiç düşündünüz mü? Bu tertiplerin peşinde koşanların benimle şahsî bir alıp verecekleri mi vardır? Hayır! İntikam hissiyle mi hareket ediyorlardır? O da değil… O hâlde neden beni ortadan kaldırmak istiyorlar?…
Cevap vereyim; çünkü, inkılâpçı Türkiye Cumhuriyeti’nin benimle kaim olduğuna, ben gidince yıkılacağına, bu suretle haince emellerine kavuşacaklarına inanıyorlar da ondan… Sizin sözlerinizin de onların sakat muhakemesine uygun olduğunu bilmem fark ediyor musunuz?
Çok rica ederim Beyefendi… Eğer samimî iseniz; bu fikri kafanızdan çıkarınız. Hatta böyle düşünenlere rastlarsanız, onlara da aynı şeyi ihtar ediniz. Herkes millî vazife ve sorumluluğunu bilmeli ve ülke sorunları üzerinde o zihniyetle düşünüp çalışmayı itiyat edinmelidir.”
Sonra sofradakilere döndü:
“Efendiler” dedi; “size şunu söyleyeyim ki, inkılâpçı Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar, Türkiye Cumhuriyeti her manası ile, büyük Türk milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlâtlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim artık bu konuyu kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.”
Hasan Rıza Soyak,
Mehmet Önder; Atatürk Konya’da, Ankara, 1989, s. 100-101.