Fırtınalı, soğuk, berbat bir kış gecesi… Buzlu yollardan geçerek; “Birinci Dünya Savaşı Sonu Hükümeti” nin “önemli kişilerinin” toplantı
halinde oldukları binaya gelelim. İşte büyücek bir oda… Ortada bir mermer
masa ve çevresinde, Türk milletinin geleceği ile ilgili yaşamsal kararlar
almak için toplanmış insanlar var.. Bu konuda yetkili olduklarına inanan insanlar…
Tartışmalı konuşma başlayalı hayli oldu. Karara varmak elbette zor. Hele
böyle, her kafadan bir ses çıkarken.. Kafadan bile sayılmaz, ağızlardan
çıkan sesler demek daha uygun sanırım.
Bir ara kapı sessizce açılıyor… Yeni gelen, sırtında siyah bir redingot, başında astragan bir kalpak bulunan genç bir adamdır. Kalpağın kenarından
sarı saçları görünüyor… Gözler birer mavi ışık parçası.. Biraz irice bir
burun… Keskin bir kişiliğin ifadesi olan incecik dudaklar… Güçlü bir çene…
Bu sarışın genç adamın, insanı çeken, sürükleyen, etkisi altına alıveren
garip bir havası var.
Tartışmakta olan “önemli kişiler” den pek çoğu, kapının açıldığını, birinin
içeri girdiğini sezinlemediler… Ama, kimi ağızlardan bir fısıltı yükseliverdi;
saygıyla korku karşımı fısıltılar:
– Mustafa Kemal… Mustafa Kemal geldi…
– Çağrılmış mıydı?
– Bilmiyorum.. Sanmıyorum da.
Tartışanların çoğu bu fısıltıları da duymadı.
O’nu görenlerin içine korkuya benzer bir duygu düştü. Bu olağanüstü insan
karşısında, kendilerini suçlu hissetmenin korkuya varan tedirginliği… Ve farkında bile olmadan kendilerine çeki düzen verme telaşı…
Şimdi de biraz da tartışılmakta olanlara kulak verelim. Bakın, yaşlıca, şişmanca adam ne diyor:
– Anlaşılıyor ki arkadaşlar, İngiliz veya Amerikan himayesinden birini
kabul etmekten başka çaremiz yok…
Yaşlıca adamın sözlerinin yanıtı, bu durumu çoktan kabullenmiş çoğunluğun
onaylama sesleri oldu. Sadece bir kişi, genç, heyecanlı bir adam karşı çıktı.
– Rica ederim siz neler söylüyorsunuz?.. Türk milleti, bir başka devletin sığıntısı, uşağı haline nasıl getirilir? Şanlı geçmişi zaferlerle dolu.
Birkaç kişi birden kesiyor gencin konuşmasını; içlerinden biri, biraz da tersliyor genç adamı:
– Edebiyatı bırak, gördün işte, tüm olasılıklar, olanaklar gözden geçirildi… Günlerden beri aynı konu üstünde çalışıyoruz. “Manda”dan
başka çare olsaydı, elbette biz de görürdük.. Yok işte, yok.
– Neyse lafı uzatmayın. Devletlerden birini seçip, hemen temasa geçmek lâzım.
– Evet, hem de hiç zaman kaybetmeden..
Konuşmasına izin verilmemiş genç adam için tek çare “manda” değil, Mustafa Kemal Paşa’dır.
– Bir de Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin fikrini alsak?..
Mustafa Kemal adı bomba gibi düşüyor salona.. Salondakilerin başına da.
Mustafa Kemal burada mıydı?
Oradaki en önemli kişi, tedirgin bir sesle:
– Burada olduğunuzu bilmiyorduk, Paşa.. diyor.
– Bu konu da siz ne buyurursunuz?
– Her biriniz konuştunuz, fikirlerinizi söylediniz… Hepinizi dinledik..
Efendiler, siz kimin malını kime peşkeş çekiyorsunuz?.. Bu memleketi
korumak için, bu milletin özgür yaşaması için yüzyıllardan beri kanını
akıtmış, canını vermiş, bu milletin gerçek sahiplerine, kahramanlar
kahramanı Anadolu’ya bir şey sordunuz mu? Anadolu halkını dinlediniz
mi?.. Bir de onlara sorun, efendiler, bir de onları dinleyin!
Mustafa Kemal’in sesinde tek yüreğin heyecanı, kararı değil; “Ne mutlu
Türküm” diyen herkesin heyecanı kararlılığı vardı.
Salonda çıt çıkmıyordu.
Oradaki “önemli kişiler” belki şaşkınlıktan, kim bilir, belki de utançlarından, sade konuşmayı değil, herhangi bir tepkiyi de unutmuş gibiydiler.
Mustafa Kemal sözlerini bitirince, kimsenin yüzüne bakmadan, kimseyi selamlamadan çıkıp gitti.
Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu’nun sesini duyan, sesini dinleyen, Anadolu’nun sesini tüm dünyaya duyurup, dinleten adamdır.
Ve başarılarının gizlerinden biri de budur!..
İsmet Kür, Anılarla Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1998, s. 26-29