XIX. yüzyıla kadar toplumların hayatında daha çok dinî değerlerin
belirleyici olması nedeniyle ulus bilincinin önemli bir yeri olmamıştır. Bu
nedenle birçok ulus kendi dilini, inanç sisteminin doğup geliştiği toplumun dili
yararına ihmal etmiştir. Aynı ihmali Türk kültür değerlerinden uzaklaşmış olan
Osmanlı yönetici ve aydınları da göstermişlerdir. Türkçenin yok olması
pahasına ülkede Arapçanın bilim, Farsçanın edebiyat dili olarak
kullanılmasına izin verip öncülük etmişlerdir. Bu durum bir taraftan eğitimin
yaygınlaşmasını önleyip halkın cehaletine neden olmuş, diğer taraftan kendi
halkından kopuk, onun değerlerinden uzaklaşmış, Arap kültürünün ürünü
olmayan her şeyi küfür kabul eden, Arap’ın kendisini de dilini de kutsal gören
bir aydın tipinin doğmasına neden olmuştur.
Bu aydın tipinin Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki temsilcileri Türkçeyi
zenginleştirerek bilim ve kültür dili yapmak, sadeleştirerek halkla aydın
arasındaki kopukluğu gidermek amacıyla yapılan dil devrimine, Türkçenin
yetersiz olduğu ve geçmişten kopulacağı savıyla karşı çıkmışlardır. Oysa
yapısı itibarıyla Türkçenin dünyanın en zengin dillerinden birisi olduğu ve dil
devriminin geçmişten kopmak gibi bir amaçla yapılmadığı,temel amacın aydın
ile halk arasındaki kopukluğu kaldırıp tüm ulusu Türk kültürünün zenginliğinde
buluşturmak olduğu çok iyi biliniyordu. Ancak Arap kültürüne tutsaklıkları ve
Arapçayı bilme imtiyazının kendilerine sağladığı maddî ve manevî getiriyi
kaybetmek istememeleri, bildikleri bu gerçeğin üzerini örtmekteydi. Bu tür
düşünce sahiplerinin dil konusundaki iki yüzlü davranışlarını ATATÜRK;
aşağıdaki anekdotta oldukça ilginç bir örnekle dile getirmektedir:
“Arap’ınkini Arap’a, Acem’inkini Acem’e geri verirsek, bize uzun kollu bir
Buhara hırkasından başka bir şey kalmaz.”
Buhara hırkasını nedense hor gösteren bu söz, Meşrutiyet devrinde
sayılı birkaç dilseverin, dilimizde denemek istedikleri tasfiye (arıtma) işini,
Türkçe için bir yıkım sayan ünlü bir yazarımızın sözüdür.
Dil devrimi başladığı sıralarda da aydınlarımızın çoğu bu kuruntuda idi.
Türk’ün ana yurttan ayrıldığı zaman dil varlığını uzun kollu bir hırkaya
benzetenlerin bu mantık zavallılığına ATATÜRK acırdı. O, Türk’ün her şeyine
inandığı gibi dilinin de yeterliğine, enginliğine sonsuz bir inanç beslerdi.
“Tarihin akışını oradan oraya çevirmiş, yer yer bunca uygarlık ocakları kurmuş
bir ulusun dili bu denli yoksul olabilir mi idi?” diye soruyor ve sözünü aşağı yukarı şöyle tamamlıyordu: “Araplarla tanışıncaya dek Türk’ün devlet,
hükûmet, hukuk, adalet gibi uygar kavramlara; şeref, namus, insaf, vicdan gibi
yüksek duygulara birer ad vermemiş olması düşünülebilir mi? Belli ki her
ulusta görüldüğü üzere Türk’ün de tarihte gaflet anları olmuş, birçok
varlıklarına ve bu arada diline de bakmaz olmuştur. Biz şimdi ulusal
benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız.”
ATATÜRK bir ulusun dil varlığı bakımından, aslında bu denli yoksul
olamayacağını bir örnekle belirtmek için şu öyküyü sık sık anlatırdı:
“Vaktiyle zengin bir köy ağası şehirde hamama gitmiş. Yıkanmış…
Kurulanmış… Giyinmek için bohçasına el attığı zaman bir de bakmış ki
silâhlığından başka her şeyi çalınmış. Başlamış hamamcılardan hesap
sormaya.
Hamamcılar ağanın şantaj yaptığını, yoksa çalınan çarpılan bir şey
olmadığını ileri sürmüşler. Bunun üzerine o da silâhlığını çıplak beline
geçirerek ortaya çıkmış ve şöyle haykırmış: “Görenler Allah için söylesin, ben
buraya bu kılıkta gelebilir miydim?”
ATATÜRK öyküsüne şunu da katardı:
-Ağanın hamama çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı ama, Türk’ün
yurdundan dilsiz çıkmadığına hâlâ akıl erdiremeyen gafiller vardır.
Mehmet Ali Ağakay; Atatürk’ten 20 Anı, Ankara, 1972, s. 13-15.