Atatürk, hiç kimsede bulunmayan büyük bir irade gücüne sahipti.
Eğlenmesini de, içmesini de, çalışmasını da çok iyi bilirdi. Büyük
Nutku’nu yazarken ben bunun tanığı oldum.
Çankaya Köşkü’nde Büyük Nutku’nu hazırlarken 48 saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat O binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük
eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle
zamanlarda yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski
köşkün çalışma odasına geçer, kâh oturarak, kâh ayakta çalışmalarını
sürdürürdü. Nutuk, insan gücünün nasıl üstüne çıkışını gösterdiği için,
ayrı bir önem taşımaktadır.
Atatürk’ün hiç uyumadan üç gün durabildiğini de görmüş ve gözlerime
inanamamıştım. Cephede değildik, savaş da yoktu. Uykusuzluğu gerektirecek önemli bir olayla da karşı karşıya bulunmuyorduk. Fakat O bir
işe, fakat ciddi bir işe başladı mı, onun sonunun geldiğini görmeden
asla rahat edemezdi.
Atatürk, çalışmaları sırasında yer ve zaman öğeleri ile ilgili değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında
trende ya da otomobil içerisinde evrakları açtırarak çalıştığı çoktur. En
keyifli eğlence anında, sofrada bile görevlilerden birini gördümü, sohbeti konuşmayı yarıda keser, “Beni mi istiyorsunuz ?” diye kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı bir işi yarıda
bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi.
Çankaya Köşkü’nde eline geçirdiği bir tarih kitabını bitirmek için, iki
gün iki gece yatağa girmemiş, şezlongda dinlenmekle yetinmişti. Yalnız
kaldığı ya da okuduğu zamanlar masa da pek çalışmaz, koltuğa bağdaş
kurup oturmayı daha çok severdi.
Tarihle uğraştığı sıralardı. Atatürk içerde çalışıyor, ben kapıda oturmuş
bekliyordum. Ara sıra uyumamak için banyoya gidip yüzüme su vuruyor,
sonra anahtar deliğine gözümü uydurup, bir post üzerinde yüzükoyun
uzanıp, Nutku hazırlayan Atatürk’ü gözetliyordum. Saat sabahın beşine
geliyordu. Uykumu dağıtmak için elime bir kitap almıştım. Adı “İzmir’in
İşgali” idi. Çok merak uyandırıcı bu kitaba kendimi kaptırdığım halde,
tüm uğraşım boşa gitmiş, şafak sökerken dayanamamış, yorgunluğun etkisiyle uyuyakalmışım.
Bu sırada Atatürk zile basmış, fakat ben koltukta derin bir uykuya daldığım için uyanamamışım. Zille uyandıramayınca, kendisi çağırmak zorunda kalmış, birde baktım kapıyı aralamış:
“Çelebi, çelebi” diye sesleniyor.
Hemen yerimden fırladım:
“Paşam emriniz…” diyebildim.
“Bana bir kahve getiriniz” dedi.
Sadece kekeleyerek,
“Paşam uyumadım. Kitap okurken içim geçmiş” diyebildim.
Gidip arkadaşları kaldırdım. Hizmeti devrettim ve yatmaya gittim.
Akşam nöbet sırası yine bana gelmişti. Üçüncü gecedir ki Atatürk gözünü kırpmıyordu. Kütüphanede yere serili o postun üzerine uzanıyor
ve çalışıyordu. Notların arasına gömülmüştü. Yerler tarih kitaplarıyla
doluydu. Sadece duş alıyor, kurulanıp tekrar odaya kapanıyordu. Yemeği
bile kütüphaneye getiriyorduk. Yoğun çalışma temposundan sanki bu
günlerde biraz da zayıflamıştı.
Cemal Granada, Atatürk’ün Uşağının Gizli Deeri, Ankara: Kent Kitap 2008, s. 75-78