Büyük Kumandan Mustafa Kemal Atatürk, Samsun’a çıktığı andan itibaren ülkenin genel durumu hakkında bazı teşhislerde bulunmuştu. Mensubu olduğu milletin düştüğü fakirliğin ve yorgunluk hissiyatının fazlasıyla farkındaydı. Doğru ve tesirli işler yapmasının en büyük dayanağı da bu farkındalıktı.
Bahsi geçen teşhislerin başında, ülkeyi 1. Dünya Savaşı’na sürükleyenlerin kendi hayatlarını kurtarma gayesiyle memleketten kaçmış olması vardı. Bu gerçekle beraber Atatürk, padişahın soysuzlaştığını; Damat Ferit başkanlığındaki hükümetin korkak, aciz ve haysiyetsiz olduğunu düşünüyordu.¹ Ordunun silah ve cephanelerini itilaf devletlerine teslim eden bu hükümetin milleti yoksullukla yüz yüze bırakması fakirliğin, sadece Çanakkale’de yüz binlerle ifade edilen zayiat sayısının varlığı yorgunluğun, bitkinliğin ve hatta tahammül sınırının ne durumda olduğuna çok açık bir şekilde ışık tutuyordu. Ülkeyi Kurtuluş Savaşı’na taşıyan süreçte problem yalnız bunlarla sınırlı değildi. Son çırpınışlarını yaşayan Osmanlı, bağrından yediği bıçağı çıkarmakla meşgulken vücudunu saran zehirli böceklerle de mücadele etmek zorundaydı. Çeşitli azınlık çetelerinin doğudan batıya, güneyden kuzeye ülkenin her tarafını sarmış olduğu acı bir gerçekti. Mustafa Kemal Paşa bunlarla birlikte tüm olumsuzlukların karşısında durmaya çalışanların da farkındaydı. Ancak milli kuruluşların siyasi amaç ve hedefleri Atatürk’ün kafasındakilerle uyuşmuyordu. Bunun başlıca sebebi, artık yeterince bedel ödenmiş olmasıydı. Bu bedeli ödeyen hep Türk milletiydi, Kurtuluş Savaşı’na giden süreçte payı bulunanlar sadece Vahdettin ve Ferit Paşa kabinesi değildi. Türk milletinin yüz yüze olduğu tahribat belki de yüzyıllara dayanıyordu. Bunun en yakındaki örneklerinden birisini de Abdülmecid döneminden biliyoruz. İspanya ve Fransa gibi ülkelerin Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali’ye verdiği destek ile Osmanlı’ya başlattığı taaruzun henüz mağlubiyetle sonuçlandığı dönemde, Abdülmecid çok ihtişamlı bir yapı olan Dolmabahçe Sarayı’nın inşaasını buyruk vermişti. Osmanlı’nın bilhassa son dönemi mahalle yanarken saçını taramak peşinde olanların hükmüyle bütünleşmişti. Düşman içerde olduğu için kapı bir türlü kilit tutmuyordu.
Bunca karmaşıklığın ve çıkmazın bulunduğu Osmanlı coğrafyasında bir Mustafa Kemal vardı ve bu kasvete karşı kararını, nutkunda yer alan “Benim Kararım” kısmında açıklıyordu. “Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ne gibi bir yardım isteniyordu?” Kurtuluşun sonucu ne olacaktı? Türk milleti azınlık çeteleri ve İtilaf Devletleri ile girdiği mücadele sonucunda kimden kurtulacaktı, kim ve ne için savaşacaktı?
Atatürk milleti koyun sürüsü olarak görenlere meydan bırakmamakta kararlıydı. Böyle bir düşünüşte Atatürk için çobanın kim olduğu önemli olmadığı için düşman ona göre yalnızca yabancı çobanlar değildi, bir de yalancı çobanlar vardı.² Atatürk işte bu hakaretin ve saygısızlığın karşısında tek bir çareyi işaret ediyordu:
“Milli egemenliğe dayanan, kayıtsız, şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!”
Cumhuriyet, Osmanlı’yı kasıp kavuran taasupkâr zihniyetin karşısında durmak demekti. Savaşan millet olduğuna göre, kazanan da millet olmalıydı. Oyunun sonunda kartlar açılacak, zulmün ve irticanın tahtına istidatın ve çağdaşlığın neticesi olarak bir millet oturacaktı.
İşte Mustafa Kemal bunu başardı: Koyun olması reva görülen millet dizginleri eline almış ve atını şahlandırmıştı!
¹ (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Alfa Yayınları, s. 5.)
² “Bir millet var koyun sürüsü… Buna bir çoban lazım. O da benim.” -Vahdettin
(Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, Bilgi Yayınları, s. 106.)
(Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, s. 147.)