Milli egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, taddarlar yek olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş kurumlarm her tarafta yıkılması kaçınılmazdır. (1924).
Gazi Mustafa Kemal
Birinci Dünya Savaşinın sonuna kadar hiçbir birey, hiçbir siyasi kuruluş, Türkiye’de Cumhuriyet yönetimi kurmayı, ciddi olarak, düşünememiş ve buna girişimde dahi bulunmamıştır. Millet ve ülkeyi saran ve her an bedeninin bir parçasını koparan büyük tehlikeler karşısında, bazı düşüncelerde meydana gelen uyanışın sebep olduğu değişiklik girişimi çok yüzeysel olup, sağlam bir temele dayanmıyordu. Bunlar, bazı devlet adamlarının değiştirilmesi, yönetim alanında bazı yenilikler kabul ettirilmesi ve çoğunlukla Avrupa devletlerini memnun etmek korkusunu gidermek gibi, etkisi sınırlı istekler derecesini geçmiyordu. 1877 Kanunu Esasisiyle Padişahın, kamuoyunu aldatmak için ilan ve kabulüne zorunlu olduğu meşrutiyet ise, bir yıl sonra kaldırılmıştır. Bundan sonra, otuz sene padişahlığın zalim pençeleri milleti daha kuvvetli olarak, sarmıştır. Bu koyu baskı ve işkence döneminde millet, kasten, çevresini ve kendini görmeyecek kadar yoğun bir karanlık içinde tutulmuştur. Bu dönemin, ülkeye yaptığı kötülükler saymakla bitmez. Padişah, yalnız taç ve tahtını ve şahsını koruma araçlarını kuvvetlendirmekten başka bir şey yapamamıştır. Millet, ülke tamamen ihmal edilmiştir. Oysa bu süre içerisinde, bizden ayrılarak bağımsız hükümetler kuran komşu milletler durmadan çalışmışlar ve kuvvetlenmişlerdir. Sürekli ilerleyen medeni dünya yanında ise Türk milleti, zorla ve ezilerek aşağı bir derecede tutulmuştur. Abdülhamit Yönetimi 1877’den 1922 senesine kadar geçirilen bütün milli felaketlerin ya doğrudan doğruya sebebi veya başlıca hazırlayıcısıdır. 1908 inkılâbı ise 1877 meşrutiyetini iade ile yetinmiştir. Bütün zulüm ve baskının, tüm kötülüklerin kaynağı olan padişah, yerinde kalmıştır. Meşrutiyet yönetimi, ülke yönetiminde, vatanın ekonomisinde, özellikle demokrasi alanında da anlatılmaya değer bir eser bırakmamıştır. Birinci Dünya Savaşı’na girişimizde ve savaşın yönetiminde meşrutiyet hükümeti, yabancı (ecnebi) politikasına alet olmuş ve Türk milletinin hayati menfaatlerini koruyamamıştır. Birinci Dünya Savaşı, Türk milletinin çok büyük kahraman-lıklanna ve fedakârlıklarına rağmen, içinde bulunduğumuz anlaşan devletlerin (müttefik) yenilmesiyle sonuçlandığı zaman, durum yürekler acısı olmuştur. Millet ve ülkeyi, Dünya Savaşina sokanlar, hayatlan endişesine düşerek ülkeden kaçtılar. Padişah ise, meclisi dağıtarak keyfi yönetimi iade etti. Meclisi Mebusana, bu düşünceyi destekleyebilecek ve düşmanlara karşı ise millet ve ülkenin duyarlılığını uyuşturabilecek adamlar getirdi. Düşman devletler, İstanbul’u ve Adana, Urfa, Maraş, Antep, Antalya, Konya, Samsun, Merzifon gibi ülkenin önemli parçalarını ordularıyla işgal ettiler. Yunanlılar da müttefiklerin özendirmesiyle İzmir’e çıktılar. Yunanlılar, bu işgal sırasında pek çok kötülük yaptılar. Buna rağmen padişah ve hükümeti, Yunanlılara karşı konulmamasını millete emrediyordu. Bundan başka Hıristiyan unsurlar da her şekilde devletin bir an önce çökmesine çalıştılar. Maddeten ve manen tecavüz halinde bulunan düşman devletlerin devlet ve milleti yok etmek ve bölmeye karar verdikleri kesinlik kazanmıştı. Halife ve padişah ise hayat ve tahtını korumaya devam etmekten başka bir şey düşünmüyordu. Durumun dehşet ve korku verici durumu karşısında her yerde bazı kişiler buna karşı kurtuluş çareleri düşünmeye başladılar. Bunlar Osmanlı Devleti’nin çöküşünü kesin olarak görüyorlar ve bölgesel bazı kurtuluş çareleri arıyorlardı. Bütün ülkeyi, Ingiltere gözetiminde veya Amerika mandası altında, korumak düşünce ve inancında ısrar edenler de vardı. Millet ise, başsız, karanlık ve belirsizlik içinde, padişahın ihanetinden haberdar olmaksızın başına gelecekleri bekler bir durumda idi. Bu sıralarda Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal ise tamamen başka bir karar ve inançta idi (19 Mayıs, 1919).
Mustafa Kemal, Türkün onur, saygınlık ve yeteneğinin pek yüksek olduğu, Türk milletinin tam bir geleceği hak etmiş olduğu inancında idi. Türk milleti şu veya bu devlete esir olmaktansa ölsün daha iyidir görüşünü taşıyordu. Mustafa Kemal bütün felaketlerin nereden geldiğini herkesten iyi anlamıştı. Herkesin ümitsizlik içinde yüzdüğü karanlık mütareke zamanında, milli egemenliğe dayalı ve kayıtsız şartsız tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak karannı vermişti. Mütareke zamanında Istanbul’da düşündüğü bu karan Anadolu’ya çıkar çıkmaz uygulamaya başladı. Osmanlı hanedanı saltanatını ve medeniyet aşamasındaki anlamsızlığı meydanda olan hilafeti, devam ettirmeye çalışmak Türk milletine karşı en büyük fenalıktı. Bunu değerlendiren Mustafa Kemal, Türk milletini bu çürümüş insanlardan kurtarmak karannı verdi ve kurtardı. Bu karannın uygulanması kolay olmamıştır. Bu karann bütün gerekliliğini ve zorunluluğunu ilk gününde ifade etmeyerek öncelikle milletin duygu ve düşüncelerini hazırlayarak ve aşama aşama yürüyerek hedefe ulaştı. Erzurum ve Sivas kongreleriyle, milletin maruz kaldığı tehlike hakkında aydınlatma dış ve iç düşmanlara karşı milli mücadeleye davet etti ve Önder oldu. Başta padişah olduğu halde bu düşmanlar da boş durmadılar. Milleti, bozmaya çalıştılar, ülkenin her tarafında isyan çıkardılar. Mustafa Kemal’in önderliğinde ve yönetiminde millet, mücadelede ilerledikçe onlar da ihanetlerini arttırdılar. Padişah ve halife, Türkleri, Türklerle esaret altına almaya çalıştı ve Anadolu’ya asker gönderdi. Diğer taraftan, itilaf devletleri de resmen İstanbul’u işgal ettiler. Artık açıktan açığa tavır almak gerekiyordu. Bunun üzerine Mustafa Kemal, en üst yetkiye sahip Büyük Millet Meclisi’ni 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanmaya davet etti. Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal’i kendine Başkan seçti. Bu andan itibaren bugünkü Cumhuriyet Hükümetimizin esası olan Milli Hükümet, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti gerçekten kurulmuştu (23 Nisan, 1920). Artık, millet Büyük Mustafa Kemal’in dâhice yönetiminde milli mücadeleye bütün varlığı ile sarılmıştı. Padişah, düşmanlar ve Yunanlılarda faaliyetlerini arttırdılar. Yunanlıları ileri harekete özendirdiler. Bu dönemlerde, milli ordu henüz kuruluş aşamasında olduğundan Yunanlılar kolaylıkla Balıkesir, Bursa, Uşak ve Aydın’ı işgal ettiler. Düşmanların bu kolay başansı yurt içinde ve yurt dışında, hatta Meclis içinde dağılmalar yarattı. Ülkenin birçok yerinde yeniden isyan baş gösterdi. Milli ordu coşkunlukla kuvvetlendirildi. Yunanlıların bundan sonra birçok saldırılan, İsmet Paşa kumandasındaki ordumuz tarafından durduruldu ve geri püskürtüldü (1921).
Milli ordumuzun bu zaferleri, milletin kendine ve Büyük Önderine olan güvenini arttırdı. Yunanlılar son bir kez daha saldırarak Ankara yakınlanna, Sakarya’ya geldiler. O zaman Büyük Millet Meclisince, Başkumandan seçilen Mustafa Kemal, kendisi cepheye gitti. 22 gün ve gece devam eden Sakarya Meydan Savaşı’nda düşman kovuldu. Bu, büyük başan sonucundadır ki, millet, Mustafa Kemal’e Gazi unvanını verá (19 Eylül, 1921). Bundan sonra, Yunanlıları ülkeden tümüyle kovmak gerekiyordu. Hazırlıktan sonra bizzat Gazi’nin Başkumandanlığı altında Yunanlılara saldırıldı (taarruz edildi) (26 Ağustos 1922).
Yunan ordusu tümüyle yok edildi. İzmir ve Trakya dâhil olmak üzere bütün vatan, dış düşmanlardan temizlendi. Saltanat ve hanedan, milletin büyük özveriyle kazandığı zaferlerden sonra da tahtlannda kalmak ve zevk ve eylenceye düşkünlükleriyle milleti yeniden felakete atmak istiyorlardı. Davet edildiğimiz banş konferansına padişahın hükümeti sıfatıyla bazı delegeleri göndermek cesaretinde bulunan adamlar oldu. Artık bir şekilden ibaret kalan saltanatın varlığını ortadan kaldırmak zamanı gelmişti. Millet Meclisi, bu karan aldı. Diğer taraftan ise son Osmanlı padişahı, düşmanlann koruyuculuğuna sığınıyor ve bir düşman gemisiyle ülkeden kaçıyordu. Lozan’da, milleti esir yapmak isteyen “5evr Anlaşması” yerine, Türk milletinin onur ve saygınlığına uygun bir banş imzalandı (24 Temmuz, 1923), İsmet Paşa’nın savaş cephesinde olduğu kadar, banş görüşmelerinde de büyük hizmetleri görüldü. Türk milleti artık gerçekten bağımsızlığını bizzat eline almış ve bunu bütün dünyaya duyurmuş ve tanıttırmıştı. Milli Hükümet ilk kuruluşundan itibaren demokratik bir hükümet idi. Bu şekil, cumhuriyetten başka bir şekil olamazdı. Artık cumhuriyeti resmen ilan etmek gerekiyordu. Çünkü aksi irade zayıflığına sebep oluyordu. 29 Ekim 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisi, Gazi’nin, bir teklifi üzerine cumhuriyeti kanun ile kabul ve ilan etti. Türkiye Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı, Gazi seçildi. Bu andan itibaren milletimiz sahip olduğu özellik ve erdemlerini hükümetinin yeni ismiyle uygar dünyaya çok daha kolaylıkla göstermeyi başarmıştır. Gazi, Cumhuriyet ilanına kadar, Büyük Millet Meclisinden daha büyük bir makam olmadığını ifade etmekte ısrar etti; saltanat ve hilafet makamları olmaksızın, devleti idare etmenin mümkün olduğunu gösterdi. Devlet Başkanlığından, bahsetmeksizin onun görevini de fiilen görüyordu. Diğer taraftan Cumhuriyetin resmen ilanından sonra da İstanbul’da yerinde bırakılmış olan halife boş durmuyordu. Hükümet ve millet işlerine yersiz olarak karışmaya çalışıyordu. En sonunda dinen ve siyaseten hiçbir anlam ve varlık nedeni kalmamış olan hilafetin İstanbul’da bulunması Cumhuriyetin bağımsızlığına açık bir tecavüz olduğu kabul edildi. Osmanlı hanedanının Türk milletinin başına sardığı bu son bela da Millet Meclisinin bir kararıyla Türk sınırlarının dışına atıldı. Cumhuriyet, son yüzyıllarda büyük uygar milletlerin hesapsız acı ve kandan sonra vardıkları en sağlam devlet şeklidir. Cumhuriyet, son dört yüz senelik idareler içinde insanlığın çırpına çırpına bulduğu son çaredir. Cumhuriyet, baştanbaşa iç ve dış düşmanlar elinde esir kalmış Türk vatanını kurtarmış ve milletin hayat, bağımsızlık ve namusunu güven altına almış olduğu tecrübe edilmiş bir halk idaresidir. Cumhuriyet, Türk milletinin şu anda ve gelecekte iyiliğini, mutluluğunu, esenliğini koruyacak başlıca araçtır. Şimdi bununla ilgili olarak, hep birlikte Gazinin Türk gençliğine hitabesini tekrar edelim. “Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen felaketlerin bitişi ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu sonucu, Türk Gençliğine emanet ediyorum
Ey Türk Gençliği! Birinci görevin Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, ebediyen korumak ve kollamaktır. Varlığının ve geleceğinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir, gelecekte dahi, seni bu hâzineden yoksun bırakmak isteyecek iç ve dış düşmanların olacaktır. Bir gün, bağımsızlık ve cumhuriyeti savunmak zorunda kalırsan, göreve atılmak için içinde bulunacağın durumun imkân ve koşullarını düşünmeye çeksin. Bu imkân ve ortam çok, müsait olmayan bir durumda belirebilir. Bağımsızlık ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada, benzeri görülmemiş Ur galibiyetin temsilcisi olabilirler. Zorla ve tuzaklarla aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve ülkenin her köşesi gerçekten işgal edilmiş da bilir, bütün bu koşullardan daha acıklı, daha korkulu dmak üzere ülkenin içinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta ihanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri kişisel menfaatlerini, işgal güçlerinin siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Millet, yoksulluk ve çaresizlik içinde yorgun ve perişan düşmüş olabilir. Ey Türk Geleceğinin Evladı! İşte, bu durum ve şartlar içinde dahi görevin, Türk bağımsızlık ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur”
Medeni Bilgiler, S. 61-62-63-64-65-66-67