Onlar, uzun görüşmektense, temas edilen esaslı noktalara cevap vermektense büyük bir devlet adamı vaziyeti alarak ve emsalsiz inkılâpçı ruh sahibi olduklarını ima ederek ve bilhassa ince diplomatik ve usta politikacılık sanatlarına güvenerek, o vaktin meşhur tabiriyle “atlatmak”ı tercih etmişlerdir. Bunda muvaffak olduklarından emin idiler. Farkında değillerdi ki, kendilerini derin bir merhamet hissiyle dinliyordum. Zavallı Talât Paşa, kendisinin bir çapkın ermeni kurşunuyla Berlin sokaklarında yere serildiğini işittiğim zaman ne kadar müteessir olmuştum! Sadrazam olduğu günlerden birinde, Sadaret makamında kendisine bazı hayatî meselelerden bahsetmiştim. Verdiği cevaplarla beni güzelce atlattığına kani olmuş, hattâ bu memnuniyetini bir saat sonra görüştüğü yakın bir arkadaşına hikâye etmişti. Fakat iki gün sonra kendini telâşa düşüren bir vaziyet hasıl olması üzerine, beni gece yarısında evine davet ederek, çare ve tedbir sormak lüzumunu hissetti. O gece, telâşlı sadrazamın meclisinde aynı arkadaşım da hazırdı. Şu sözleri söylemekle kendimi teselli ettim: – Benden fikir ve mütalâa soruyorsunuz, söylemekte mâzurum. Çünkü, ben size daha üç gün evvel çok hayatî bir mesele hakkında fikir ve mütalâamı söylemiştim. Siz ise beni atlattığınıza inanmış, hattâ sevincinizi ilân etmiştiniz.
– Asla! dedi.
– Söylediğiniz zat, yanınızda oturuyor, dedim.
1926 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 9-10)