Çağımızda ordular büyüdü, savaş silah ve araçları çeşitlendi çoğaldı; olağanüstü masrafları ve özveriyi gerekli kılıyor. Bir de insanların birbirleriyle savaşarak boğazlaşması, birbirlerinin kanını dökmesi doğru mu? İşte bu ve bunun gibi bir takım görüşlerle, orduların sınırlandırılmasından (silahlanma sınırlandırılması) ve son olarak orduların tamamen kaldırılmasından, genellikle bahsedilmektedir. Bunu duyarsınız ve her zaman da duyacaksınız. Bu düşünce, insana en çok yakışandır. Bu düşüncenin dünyada uygulandığını görmek gerçekten arzu edilir; fakat mümkün değildir. Bu imkân, her zaman, parlak ideal olarak kalacaktır.
Bu yolda bir teklifi, 1800’lü yılların başlarında Napolyon, Avusturya ve Prusya Büyükelçilerine önermişti. Avusturya Büyükelçisinin yanıtı şuydu: “Böyle bir şey Avusturya Devletini memnun eder. Ama zorluk, bu konuda Berlin hükümetini inandırmaktır” işte, mesele sonuna değin bu noktada kalacaktır. Her devlet, diğer devletin birinci adımı atmasını isteyecektir. Her devlet diğerlerinden şüphelenecektir ve hiç biri bu ilk adımı atmayacaktır; tersine her biri mümkün olduğu kadar silahım daha keskin tutmaya çalışacaktır. Çünkü ilk adımı atacak olan devlet bunu yapar yapmaz kuvvetini, gücünü, oyunu, mevkisini kaybedecektir; hiç bir heyet, örneğin “Birleşmiş Milletler Kurulu’bunun böyle olmasına engel olmayacaktır. Dünyanın düzenini, güvenliğini ve dengesini kuran ve tutan, kuvvettir; her şeyden önce bir devlet içinde de durum böyledir. Bir millet ne kadar medeni olursa olsun düzen ve güvenin sağlanması için polis, jandarma ve hatta ordu varlığını gereksiz bulamaz. Tabiat insanları böyle yaratmıştır.
Bundan başka dünya üzerinde var olan devletler savaşlarla meydana gelmiştir. Savaş aracına sahip olmayan veya savaş aracı zayıf olan milletler, güçlülerin acizi, vergi vereni, esiri olmuşlardır. Devletlerin silahlan sınırlandırmasından ve milletlerin orduların kaldırılmasından bahsettiklerini duyduğumuz halde, aynı devlet ve milletlerin esaretleri altında bulundurdukları haksızlığa uğramış (mazlum) milletlerin serbest bırakılacaklanndan bahsettiklerini duymuyoruz. Herhalde, sağlam bir devlet hayatı için ordunun zorunluluğuna delil aramak gereksizdir. Çevrendeki devletler silahlı oldukça, hayır, dünya üzerinde bir tek silahlı devlet bulundukça görevini bilen bir devlet bütün antlaşmalara rağmen ve bütün antlaşmalarla birlikte kendi güvenini her şeyden önce kendi kuvvetine dayandınr. Yalnız elinde kılıç olduğu halde bağımsızlığını her zaman savunmaya hazır bulunan bir millet geleceğinden emin olabilir. Milletlerin, bütün özelliklerini unutarak ve karşılıklı menfaatlerini akıllıca bir şekle uydurarak bütün dünya üzerinde gerçekten insani bir tek toplum oluşturabileceklerini düşünmeleri tatlı bir görüştür. Bu görüş uygulanabildiği takdirde de bu büyük ve güçlü toplum içinde düzen ve huzuru, hak ve adaleti kuracak örgüt ve bu örgütün dayanacağı bir kuvvetin varlığı gereklidir. Bu örgüt, örneğin şöyle olabilir; Bütün dünya yaşayanlarının kabul edelim ki aynı haklar ve koşullar içinde seçilecek temsilcileri bir arada toplanacaklar, bir meclis kuracaklar, bunlar bütün dünyayı kapsayan bir hükümet kuracaklar. Bu hükümet bütün dünyayı ve insanlığı yönetecek. Burada bir noktayı açmak gerek; müşterek hükümet, ortak meclisin elbette çoğunluğu tarafından oluşturulacaktır. Acaba, bu çoğunluk hangi milletlerin temsilcileri tarafından oluşturulabilir.
Daha çok geri kalmış milletlerin temsilcileri sayıca çok olsa da ileri gitmiş milletler temsilcilerinin entrikalarından korunmak becerisini gösterebilecekler midir? Aksi takdirde bütün insanlığın bir kaç milletin yönetimi altına düşmesi tehlikesi yok mudur? Bu milletlerin gerçekten bütün insanlığı düşünce ve ekonomik olarak aynı hayat düzeyine getirmeye çalışacaklarına güvenilebilir mi? Bazı milletlerin bütün dünyayı ve birçok milletleri kendi lehlerine istismar etmelerine engel olunabilecek mi? insanların eşitlik ve adalet duygularının konum ve derecesi bu konuda kalplere güven verebilir mi?
Bu endişelere kapılmanın ne dereceye kadar haklı olduğunu anlamak için milletlerin birbirlerine karşı, özellikle bazı milletlerin birçok millete karşı bugün takındıkları tavırlara, uygulaya gelmekte oldukları davranışlara bakmak yeterlidir. Bu tavır ve davranışları doğuran duygular, düşünceler, görüşler, karakterler değişecek mi? Ne zaman değişecek? Niçin değişecek vç nasıl değişecek?
İnsanlık tarihinin birbirinin üzerine yığılan sayısız olayları bu sorulara olumlu yanıt vermek yetkisini henüz dogurmamıştır. En yüksek medeniyet sahibi olmuş olan milletler en ilkel milletlerden daha az mı yakıp yıkar ve kan dökücü olurlar?
Örneğin; Hindistan’ı, Mısır’ı, Tunus’u ve Cezayir’i aşağı yukan yüz yıldan beri pençelerinde tutanlann bu ülke halklarının siyasi, düşünsel, ekonomik kültürlerini kendi kültürleri derecesine yükseltmeyi bir an düşündüklerine ilişkin her hangi bir işaret ve eser görülmüş müdür? Hayır. Ancak, tersi, yani bu insanlan hayvanlaştırmak, uyuşturmak, kendi menfaatlerine gözleri kapalı köleler haline getirmek için ne yapmak mümkünse hepsini yapmaktan geri kalmadıklarına bütün insanlık şahittir.
Her halde, Türk vatandaşı kesin olarak bilmelidir ki bir milletin insanlık ve medeniyet dünyasında yükselmesi ve başarılı olması yalnız ve ancak kendi kuvvetine dayanarak, hürriyet ve bağımsızlığını korumasıyla mümkündür. Bunun başka çözümü ve aracı yoktur.
Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddi, manevi özveriyi göze almayan bir millet, esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçirir. “Ve bağımsızlığı uğrunda ordusuna yapacağı özverinin on katını, kendini esir eden egemen milletlerin menfaati uğruna harcamak zorunda kalır.”
Medeni Bilgiler, S. 234-235-236-237