Baylar, Mebuslar Meclisinin İstanbul’da toplanmasını önleyememek zorunluluğu üzerine, İstanbul’da toplanacak Mecliste, “yurdun bütünlüğünü, devletin ve ulusun bağımsızlığını güven altına alma amacımızı korumak ve savunmak için birleşik ve dayançlı bir grup oluşturmayı” tek çözüm olarak düşündük. Bunun sağlanması için, bildiğiniz gibi, 18 Kasım 1919 günlü yönerge ve genelgede, milletvekillerinin belli yerlerde grup grup toplanarak, görüşecekleri önemli noktalardan biri olarak bu konuyu ele almıştık.
Gene o zaman, düşündük ki bu grubun kurulmasını sağlamak için, her sancaktan birer milletvekilini Eskişehir’e çağıralım. Eskişehir üzerinden trenle İstanbul’a gidecek milletvekillerini de çağıracağımız milletvekilleriyle birleştirelim ve kendimiz de Eskişehir’e giderek, genel bir toplantı yaparak, işleri enine boyuna görüşelim. Bu arada, İstanbul’da milletvekillerinin güvenliğiyle ilgili önlemleri de söz konusu etmek istiyorduk. Ancak bundan sonra açıklayacağım nedenlerle, bu toplantıyı Ankara’da yapmayı yeğledik. Daha bir ay kadar Sivas’ta kaldıktan sonra artık Ankara yolunu tuttuk. Ankara’ya gelişimizi 27 Aralık 1919 günlü, şu açık bildirimle her yere duyurduk:
Sivas’tan Kayseri yoluyla Ankara’ya gitmek üzere yola çıkan Temsilciler Kurulu, bütün yol boyunca ve Ankara’da, büyük ulusumuzun sıcak ve içten yurtseverlik gösterileri içinde bugün buraya geldi. Ulusumuzun gösterdiği birlik ve kararlılık, ülkemizin geleceğini güven altına alma konusundaki inancı sarsılmaz bir biçimde destekleyecek niteliktedir.
Şimdilik Temsilciler Kurulu merkezi Ankara’dadır. Saygılarımızı sunarız efendim.
Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal
2 Ocak 1920 günü, Derneğin merkez kurullarına, Hacıbektaş’ta Çelebi Cemalettin Efendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e ayrıca bir bildirim yaptık. Bu bildirimimizin içindekiler ve yazılış biçimi şöyleydi:
… Yolculuğumuz sırasında görüp incelediklerimiz bizlere, gerçek koruyucu Ulu Tanrı’nın yardımıyla gerçekleşen ulusal birliğimizin dayanağı olan Ulusal Örgütün kök salmış ve ulusun ve ülkenin geleceğini kurtarmak için gerçekten güvenilir bir güç ve erk durumuna gelmiş olduğunu sevinçle gösterdi.
Dış durum, bu ulusal dayanç ve birlik sayesinde, Erzurum ve Sivas Kongresi ilkelerine göre, ulusun ve yurdun çıkarına elverişli bir yola girmiştir.
Kutsal birliğimize, dayanç ve inancımıza güvenerek yasal isteklerimizin elde edileceği güne değin, direnerek çalışılması ve bu bildirimimizin köylere varıncaya dek bütün ulusa duyurulması rica olunur.
Anadolu ve Rumeli Haklarını Savunma Derneği Temsilciler Kurulu Adına Mustafa Kemal
Baylar, Temsilciler Kurulu merkezinin, Ankara’ya taşınması düşüncesi oldukça eski idi. Bu düşünce, ilk olarak ortaya atıldığı sıralarda, Kâzım Karabekir Paşa’dan gelmiş olan bir teli olduğu gibi burada bildireceğim:
Üçüncü Kolordu Komutanlığına, Erzurum’dan, 3 Ekim 1919
Temsilciler Kuruluna: Ulusal Güçleri temsil eden yüksek Kurulun, değil Ankara’ya gitmek, Sivas’ın batısına bile geçmemesi düşüncesindeyim. Çünkü doğu illerinin Ulusal Güçleri olan kurulun, bütün bütün uzaklaşması, dolayısıyla bu illerin örgütsüz kalmasına yol açacaktır. Bundan başka, şimdiye değin tam yasal ve mantıklı olarak yönetilmekte olan ulusal eylemin, öteden beri her zaman her girişimimizi kötü görmek ve göstermek isteyen düşmanlarımızın yaptıklarını göz önünde tutarak belli bir yerde korunması için Temsilciler Kurulunun Sivas’tan batıya geçmemesi düşüncesinde bulunduğumu bilgilerinize sunarım.
On Beşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir
Böyle bir telin, gerçek olamayacağı yargısına varmak istedim. Ancak ne çare ki bu gizli tel, Erzurum’dan, Sivas’taki Üçüncü Kolorduya çekilmiştir. Açılan gizli telin altında (Açıldı. Fethi 4-5 Ekim) yazısı ve imzası olduğu halde Üçüncü Kolordudan bize gönderilmiştir.
Baylar, Kâzım Karabekir Paşa, çağrımız üzerine Sivas’a geldikten ve bizimle görüştükten sonra kuşkusuz, bu telle önceden bildirdiği düşünce ve görüşün yerinde olmadığını görmüş olacaktır. Ancak, bu düşünce ve görüşteki yanlışlığı anlamak için, ille yüz yüze gelip görüşmeye hiç de gereklik olmayacağı apaçık bir şeydir. Bu düşünce ve görüşün dayandığı nedenlere, şöylece bir göz atmak, onların yanlışlığını anlamaya yeter sanırım. Başta Temsilciler Kurulunun yalnız doğu illerinin Ulusal Güçleri olmadığı ya da o örgütleri temsil etmediği ve belki bütün ülkenin –Anadolu ve Rumeli’nin- Ulusal Güçlerini temsil ettiği çoktan bilinmeliydi. Özellikle, bu nokta üzerinde, günlerce süren telgraf başı tartışmaları olmuştu. Bir de Temsilciler Kurulunun Sivas’tan Ankara’ya taşınması, doğu illerinin örgütsüz kalmasını gerektirecek bir etmen olamazdı. Temsilciler Kurulunun, doğu illerine Sivas’tan telle verdiği buyrukları ve yönergeleri, Ankara’dan da eskisi gibi verilebileceği kuşku götürmezdi. Ancak Temsilciler Kurulunun, doğu illerinden daha çok Batı illerine, İstanbul’a yakın bulunmasını gerektiren ve haklı gösteren mantıklı nedenler, elbette çoktu. Öncelikle, batı ve güneybatı illerimizden, eylemli olarak düşman eline geçmiş olanlar vardı. Bu illerimize giren düşman karşısında, sağlam savunma cepheleri kurmak ve onların güçlendirilmesini sağlamak gerekti. Oysa doğu illerimizde, böyle acıklı bir durum yoktu. Kesin olarak yakın bir eylemli tehlike de doğabileceğe benzemiyordu. Uzak bir olasılığa göre, sözgelimi doğudan Ermenilerin eylemli bir saldırıda bulunacağı kabul olunsaydı bile, onun karşısında Ulusal Güçler ile güçlendirilmesi kararlaştırılmış olan, kendilerinin komutasında 15. Kolordu hazır bulunuyordu. Ancak, İzmir cephelerine, türlü yöntemde komutanlıklar, türlü nitelikte güçler ve türlü türlü olumsuz kaynaklardan gelen dokuncalı etkiler vardı. Adana’ya giren düşmanlara karşı daha cephe kurulamamıştı.
Şu durumda yol ve yöntem odur ki genel durumu yönetip yürütme sorumluluğunu yüklenenler, en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye, elden geldiğince yakın yerde bulunurlar. Yeter ki bu yaklaşma, genel durumu gözden uzak bırakacak ölçüde olmasın! Ankara, bu koşulları üzerinde toplayan bir noktaydı. Her halde cephelerle ilgileneceğiz diye Balıkesir’e, Nazilli’ye ya da Karahisar’a gitmiyorduk. Ancak cephelere ve İstanbul’a demiryolu ile bağlı ve genel durumu yönetme bakımından Sivas’tan hiçbir ayrılığı olmayan Ankara’ya gelecektik. Mebuslar Meclisinin İstanbul’da toplanması zorunlu görüldükten sonra ise, Ankara’ya gelmenin ne kadar yerinde ve yararlı sayılması gerektiğini açıklamayı gerekli görmem.
Baylar, Temsilciler Kurulunun Ankara’ya taşınmaması için nedenler ortaya konulurken, bu arada hele “Öteden beri her zaman her girişimimizi kötü görmek ve göstermek isteyen düşmanlardan” söz edilmiş olmasına hiçbir anlam veremedim. Gerçekten, kendisinin dediği gibi düşmanlar bizim hangi davranışımızı, hangi girişimimizi iyi görmüşlerdir ya da görebilirler ki ona göre davranalım! Eğer, bu düşünce ve görüşe yol açan: “İstanbul’da ulusal isteğe uygun davranan bir Ali Rıza Paşa Hükümeti vardır. Mebuslar Meclisi de orada toplanarak ulusun ve ülkenin yazgısını denetlemeye başladıktan sonra, Temsilciler Kurulunun batı cepheleriyle, Mebuslar Meclisi ile ilgi ve ilişki kurmasına ne gereklik kalır. Öyle ise, Temsilciler Kurulunun yalnız doğu illerinin örgütleri ile ilgilenmesi ve bununla yetinmesi daha yerinde ve daha yararlı olmaz mı?” gibi bir düşünce ve görüş idiyse, bir ölçüye dek, üzerinde durulabilir. Ancak böyle olunca da genel durumu ve olaylarla koşulların gerçek yüzünü görüşte ve anlayışta Temsilciler Kurulu ile Kâzım Karabekir Paşa arasında doldurulamayacak bir hendek olduğunu kabul etmek gerekir. Temsilciler Kurulunun Ankara’ya gelmesini düşmanlar kötü görecektir, noktasında çok durularak belki, ileri sürülmüş olan düşünce ve görüşün kaynağı ve kökeni daha iyi kavranabilirse de bizim şimdilik buna ayıracak zamanımız yoktur.
Baylar, bundan önce söylediğim gibi, bir iki günlük bir toplantı ve görüşme isteğiyle, milletvekillerini çağırmak için ilk yazdığımız telde –ki bu tel örneğini, bir resmî yazı biçiminde, basılı olarak da postayla göndermiştik- amaç bildirildikten sonra “Temsilciler Kurulunun bulunacağı bir yerde toplanılacak, toplantı zamanı ise, gönderilecek milletvekillerinin adları ve adresleri belli olduktan sonra haberleşerek kararlaştırılacaktır. Temsilciler Kurulu, kısa sürede İstanbul’a yakın bir yere gidecektir.” denilmişti.
Ankara’ya varışımızda, Ankara-Eskişehir demiryolu işlemeye başlamış olduğundan, önceki bildirimimize 29 Aralık 1919 gününde yaptığımız bir ekte, milletvekilleriyle görüşme yeri olarak Ankara’yı gösterdik ve genelge ile bildirdik. Bu genelgenin bir maddesi de öteki milletvekillerinden olabildiğince çok kişinin görüşmelere katılmasının pek çok istenmekte olduğu yolundaydı.
Baylar, sonucunun pek çok yararlı olacağını umduğumuz bu iyicil ve yurtseverce girişimin bile, İstanbul Hükümeti üyelerince önüne çıkıldığını bilginize sunarsam şaşmazsınız sanırım. İzin verirseniz, bu noktayı biraz açıklayayım; biz milletvekillerini, Ankara’ya çağırırken, onlar da birtakım kişilerin bu çağrıya gelmemelerini ve tasarlanan toplantının yapılmamasını sağlamak için, karşı önlem alıyorlar ve girişimde bulunuyorlarmış. Kimi milletvekillerinin çektikleri teller üzerine bu işi anladık.
(Atatürk burada, Aydın Milletvekili Hüseyin Kâzım tarafından İstanbul’a çağrıldıklarını bildiren Burdur Milletvekili Hüseyin Baki ve Akdağmadeni Milletvekili Bahri’nin yolladığı birbirine benzer tellere yer vermektedir. Atatürk bunlara yanıt olarak bu çağrılarla kendilerinin bir ilgisi olmadığını açıklamış ve bu açıklamayı tüm milletvekillerine göndermiştir.)
30 Aralık 1919 günlü bir gizli telle de İstanbul’daki örgütümüze: “Hüseyin Kâzım Bey’in girişiminden söz ettikten sonra, bizim bildirimlerimizin kendisine duyurulmasını ve görüşmelere katılmak istiyorsa tez elden Ankara’ya buyurup gelmeleri gerektiğinin anlatılmasını” bildirdik.
Baylar, biz, İstanbul’daki örgütümüzden haber beklerken, karşımıza bir kişi çıktı. Bunun kim olabileceğini kestirmede güçlük çekmezsiniz, sanırım. Bildiğiniz gibi, hem bizim İstanbul’da delegemiz hem de bakan olan bir kişi… Cemal Paşa… Evet, 1 Ocak 1920 günlü şu tel “Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa” imzasıyla geliyordu.
(Bu telde beş maddelik bir önerge bulunmaktadır. Bu önergeye göre, Ankara’ya çağrılan milletvekillerinin İstanbul’a gelmeleri gerektiği ve Ankara’da toplanma kararının doğru olmadığı belirtilmektedir.)
Baylar, böyle bir davranma ve bildiride bir içtenlik ve soyluluk görüyor musunuz? İlkin, bizim, milletvekilleriyle toplanma kararımız ve bununla ilgili bildirimiz, bundan bir buçuk ay öncesinden beri bilinmekteydi. Eğer bu girişimimiz, yurt yararına gerçekten uymaz ve sakıncalı görülmüş idiyse, güdülen ulusal amaçta bizimle birlik olduklarını ileri sürmekte bulunan bayların ve Hükümetin, bizim çağırdığımız milletvekillerine, İstanbul’a gelmeleri için tel çekmeden önce bizimle anlaşmaları; hiç olmazsa düşüncelerinden ve girişimlerinden bize bilgi vermeleri gerekmez miydi? Böyle yapmayıp da doğrudan doğruya İstanbul’a gidişlerini çabuklaştırmak için Denetleme Kurulu Başkanlıkları aracılığıyla Şeyh Muhsini Fâni’nin47 ve İçişleri Bakanının imzalarıyla, taşradaki milletvekillerini sıkıştırıp şaşırtmak ve olupbittiler yaratarak bizim girişimimizi sonuçsuz bırakmaya kalkışmak doğru muydu?
İkincisi Baylar, seçimi yenileme işi aylarca ve aylarca yapılmayıp tüzeye göre belli süre çoktan geçirilmiş olduğu sıralarda hiç de tez canlılık göstermeyi aklına getirmeyen bu baylar, bizim Erzurum’dan, Sivas’tan beri yaptığımız sonu gelmez girişim ve çalışmalarımızın bir başarısı olarak gerçekleştirilen yeni seçimlerden sonra, ayrıca araya girip izleyerek her birinin milletvekili seçimlerini sağladıktan sonra, çok çok üç beş gün gibi az bir gecikme üzerine böyle tez canlılık göstermeli miydiler? Hele bu gecikme, büyük bir ülkenin gerçekleştirilmesi, özellikle İstanbul’da toplanma aymazlığını gösterenlerin kendi güvenlikleri ile ilgili önlemlerin alınması yollarını görüşmek amacıyla olursa, bu bayları bu denli ivediye sürüklemeli miydi? Hiçbir önlem ve karar almadan, bir an önce, horlanmaya ve rezilliğe koşup gitmek neden ileri geliyordu?
Üçüncüsü Baylar, temiz ve lekesiz arkadaşlarını aldatarak İstanbul’da, kendilerinin içinde bulundukları tehlike ve aşağılama çemberine, onları da tez elden sokmak isteyen bu baylar, Anadolu ve Rumeli Haklarını Savunma Derneğinden değiller miydi? Bu ulusal derneğin üyesi bulunmuyorlar mıydı? Bir derneğin üyeleri, milletvekili olsalar bile, derneğin liderleriyle görüşerek en sonunda saptanacak programa göre iş görmek zorunda değil midirler? Dünyanın her yerinde, bütün uygar toplumlarda bu, böyle değil midir? Bir grubun, bir partinin kendi liderleriyle görüşmesinden ve ilişki kurmasından, yasama gücünün, başka güçlerin etkisi altında iş görmüş olduğu sanısının doğacağı kuruntusundan ve bunun yabancıların dikkatini çekeceğinden, niçin korkuluyordu? Bu baylar, seçimin yenilenmesini ve milletvekillerinin seçilmesini sağlamış olan örgütün etkisinde kalmış görünmeyi, yüksek onur ve özsaygılarıyla bağdaşmaz mı buluyorlardı? Milletvekillerinin, yurt içinde, güçlü bir ulusal örgüte bağlı olduklarını ve o geniş örgütün saptadığı belirli amaçlardan ayrılamayacaklarını ve her olasılığa karşı, o örgütün etkisi altında bulunduklarını, açık bir vicdan ve açık bir alınla ortaya koymanın, asıl bunun, içte ve dışta en büyük güveni ve saygıyı sağlayabileceğini, bu baylar, anlamıyorlar mıydı? Ve dahası, böyle bir vicdan ve inanç sağlamlığı içinde, belirli ulusal amacı gerçekleştirme yolunda, her tehlikeyi göze almaya hazır bir durum ve davranış alınmadıkça, Meclisin, kendisinden beklenilen hizmetleri yapamayacağını anlamak, kâhinliğe mi, yoksa yapıldığı gibi, saldırı ve aşağılamaya uyuşukçasına boyun eğmeye mi bağlı idi?
Bu baylar, benim, milletvekilleriyle aracısız görüşmemi istemiyorlar, Hükümet ve kimi baylar, benim, İstanbul’a gitmemi de uygun görmüyorlar. Ancak geniş yetki ile bir delegenin gönderilmesini öneriyorlar. Doğrusu bu noktadaki akıllarına ve anlayışlarına diyecek yok! Gönderdiğimiz delegeler değil miydi ki milletvekillerinin düşman pençesine girmesinde en çok etkili olanlar ve sonunda, kendilerini bile savunmak için önlem ve çözüm bulmakta güçsüz olduklarını kanıtlayanlar. Milletvekillerinin, kimseye danışmadan İstanbul’a çağrılmalarında, aldatmayı ve oldubittiye getirmeyi başaramadıktan sonra, bize bildirim yaptırmayı istemekte gösterilen yumuşaklık da pek ince değil midir Baylar?
(Atatürk, Cemal Paşa’ya, önergeyi veren milletvekillerinin kimler olduğunu öğrenmeye yönelik tel yazmış ve yanıt olarak da bunların, Hüseyin Kâzım, Tahsin, Celalettin, Arif, Hâmit… ve başkaları olduğunu öğrendikten sonra, sözlerini şöyle sürdürmüştür:)
Baylar, bize sonradan verilen bilgiye göre, bana tel çeken kişiler, milletvekillerinden bir topluluk değildi. Sadrazam, kendi tanıdığı Hakkı Bey adında bir kişiyi –Siverek milletvekili olduğunu öğrenmesi üzerine- ve Hüseyin Kâzım Bey’i, yanına çağırarak, bana kısa bir tel yazdırmıştır. Bu teli, elden kimi kişilere imza ettirmişler. Gizli olarak gönderilmek üzere, Hakkı ve Hüseyin Beyler Cemal Paşa’ya götürmüşlerdir. Demek, beş maddelik olan ve önerge adı verilen telyazısı, sonradan uydurulmuştur. Aslına bakılırsa, önergeden söz edildiği halde, bunun nereye sunulduğunun bugüne değin belli olmaması da bu işte dolap ve özel erek olduğunu göstermeye yeterdi. Meclis yeni açılmış ve Meclis Başkanlığı daha görevine başlamış değildi. Bununla birlikte, Cemal Paşa’nın bu telini aldıktan sonra, şu gizli teli yazdım:
Ankara, 09.01.1920
Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa Hazretlerine, Hüseyin Kâzım, Tahsin, Arif, Hamit Beyefendilere,
Ankara’ya gelmenin kötü yorumlara yol açacağı üzerine, Milli Savunma Bakanı Paşa Hazretleri aracılığıyla bildirilen görüşlerinizi öğrendik. Konu, yurdun ve ulusun varlığıyla ilgilidir. Ulusal Mecliste ulusal örgüte dayanan güçlü bir grup kurulmaz ve Sivas Genel Kongresi ile ulusun bütün dünyaya duyurduğu kararlar, büyük çoğunlukça bir inanç ve bir ilke olarak benimsenemezse ulusal hizmetimizin sağlayacağı başarı boşa gider. Ülke bir felakete uğrayabilir. Bundan dolayı, birtakım vatansız ve dinsizlerin propagandaları bizim için uyulacak ilke olamaz. Amaç ulusun esenliği ve yurdun kurtuluşudur. Bir iki günlüğüne buyurmanız ve karşılıklı görüşülerek ülkü birliğine varmamız bizce pek önemlidir. Buna göre tutulacak yolun seçilmesi yüksek görüşünüze bağlıdır. Saygılarımızı sunarız efendim.
Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal
Saygıdeğer Baylar, İstanbul’un değindiğimiz ve açıkladığımız can sıkıcı durumuyla uğraşırken, yurdun doğu ucunda da bir yalancı peygamberin ortaya çıkardığı önemlice ve kanlı bir olay geçiyordu.
(Atatürk burada, Bayburt’a dört saat uzaklıktaki Hart köyünde, kendisini Mehdi ilan eden Şeyh Eşref’in halka Şiilik propagandası yaptığını, engel olunmak istenilince de güvenlik güçleriyle silahlı çatışmaya girdiğini ve sonunda Halit Bey komutasındaki 9. Tümen tarafından yok edildiğini anlatmakta ve sözlerini şöyle sürdürmektedir:)
Baylar, Milli Savunma Bakanlığı ile Temsilciler Kurulu arasında, sürüp giden bir sorun vardı. Bakan Paşa, İstanbul’da bulunan generalleri, kolorduların başına ve albayları, tümenlerin başına geçirmek istiyordu. Öteki üstsubaylarla subayları da Anadolu’daki birliklere göndereceğinden söz ediyordu. Bu isteği, bir ilke olarak ileri sürmüş ve uygulanmasını da Milli Savunma Bakanlığı Eski Müsteşarı Ahmet Fevzi Paşa’yı, Ankara’da Ali Fuat Paşa’nın yerine 20. Kolordu Komutanlığına ve Nurettin Paşa’yı da, Konya’da Albay Fahrettin Bey’in yerine 12. Kolordu Komutanlığına atamakla bir oldubittiye getirmek istemişti. Bu yöntem izlenip uygulandığında, Genel Savaşta, yetişmiş ve kolordu ve tümen komutanlıklarına yükselmiş ne kadar genç general ve üstsubay varsa, hiç kuşku yok, bunların tümü bu görevlerden uzaklaştırılmış olacaklardı. Çünkü İstanbul’da toplanmış eski general ve üstsubaylar, kıdem ve rütbe bakımından, ordudaki büyük birliklerin başında bulunan genç komutanlardan önde idiler. Biz, hiçbir zaman bu ilkeden yana olamazdık. Özellikle, içinde bulunduğumuz koşullar unutularak, böyle yanlış işlerin yapılmasına olur diyemezdik. Bunun için, Cemal Paşa’ya her zaman görüşümüzü ve atanan yeni kolordu komutanlarının gönderilmemeleri gerektiğini bildiriyorduk.
Fahrettin Paşa, kolordusunun başında bulunarak, Aydın cephesine yardım etmeye ve destek olmaya çalışıyordu. Ali Fuat Paşa, Ferit Paşa zamanında görevden alınmıştı. Cemal Paşa, o haksız işlemi düzeltmek istememişti. 20. Kolorduya, Ankara’da bulunan 24. Tümen Komutanı Yarbay rahmetli Mahmut Bey, vekil olarak komuta ediyordu. Ali Fuat Paşa, hem Ulusal Güçlerin Komutanlığını yapıyor hem de gerçekte kolordusunu elinde tutuyordu. Biz, kolordu ve tümen gibi birliklerde komuta değişikliğini kabul etmemeye; özellikle ulusal isteklere uymuş ve o yolda çalışan kişilikleri belli komutanları, böyle boş ve nasıl bir özel amaca dayandığı bilinmeyen bir ilke için elden çıkarmamaya kesin olarak karar verdik. Yalnız, İstanbul’da bulunan genç ve özverili subayların ve doktorların, bir an önce Anadolu’ya, ordu birliklerine gönderilmelerini yararlı buluyor ve istiyorduk.
(Atatürk, isteğinde direnen Cemal Paşa’ya yazdığı yanıtta; savaşta çalışarak yükselmiş kişilerin ast duruma düşmelerinin yerinde olmadığını ve bu gibi girişimlerin ulusal birliğin bozulmasına neden olacağını belirterek değişikliğe kesinlikle yer olmadığını bildirmiştir.)
Baylar, bu konu üzerinde Anadolu ve Rumeli’de bulunan bütün komutanlarla yazışmalar yaparak, dikkatlerini çekmiştim. Ocak ayı başında, Ankara’da bulunan Fuat Paşa’ya olduğu gibi, Konya’da bulunan Fahrettin Paşa’ya da “Nurettin Paşa atanacak olursa, komutayı bırakmayarak eskisi gibi ulus ve yurt görevinizi sürdürmeniz gerekmektedir. Şu durumda, bu konuda yapılacak bildirimlerden zamanında bize bilgi veriniz.” diye buyruk verdim.
Cemal Paşa Ocak ayı başlarında, o sırada Milli Savunma Bakanlığı başyaveri olan Salih Bey’i -8. Kolordu Komutanı Salih Paşa’dır.- iki mektubunu, bu mektuplara ekli olarak Anlaşma Devletleri olağanüstü temsilcilerinin verdikleri 24 Aralık 1919 günlü ortak bir nota ve bu notaya hükümetin verdiği yanıt örneği ile Ankara’ya gönderdi. Cemal Paşa bu mektuplarında da komuta değişikliği ve yapılacak düzenlemeler konusundaki ilkesinden ve komutanlığa atadığı Ahmet Fevzi ve Nurettin Paşaların görev yerlerine gitmelerini sağlamak zorunluluğundan söz ediyor ve özellikle “Ordunun önemli komuta görevlerinde, son ulusal harekete açıkça katılmış kişilerin doğrudan doğruya ve resmî olarak bulunmaları, dışarıya ve özellikle yabancılara karşı orduda siyasetin hüküm sürdüğü görünümünü verir ve bu da her halde kötü etki yapar. Bakanlık, eylemli olarak bu etkilerin baskısı altındadır” diyordu ve görevinden yine çekileceğini bildiriyor ve bu kez, şu duruma göre artık Mebuslar Meclisinin toplanmasının gerçekleşmez bir düş olacağını haber veriyordu.
Baylar, bu konuda verdiğim yanıtları şöylece özetleyebilirim: “Düşüncelerimizin yerinde olduğu yolundaki inancımızı yeniden bildiririz. Ferit Paşa’nın kötülüklerinin sonucu olan, Aydın cephesinin ve bölgesinin ve oralardaki Ulusal Güçlerin şimdiki durumunu ve geleceğini, son derece ilgiyle dikkate alıyoruz. Gelecek için umut verici bir durumun sağlanmasını düşünüyoruz. Ali Fuat Paşa’nın, devlet gözünde olsun, kamunun gözünde olsun, her türlü eleştiriden uzak bulunduğu kanısının unutulmaması ana koşuldur. Ulusal eylem sırasında, her nasıl olursa olsun ileri atılmış olanların, görevlerinin ve durumlarının değiştirilmesi, özverilerinin suç sayıldığı yolunda yorumlanır. Bu, bizim değişmez zorunlu görüşümüze göre, hiç de uygun sayılamaz. Hükümetin olabilir saydığı siyasal sakıncaları ortadan kaldırmak için gerekli her şey yapılmıştır. Ahmet Fevzi Paşa, bizimle işbirliği yapacak yeterlikte değildir. Ahmet Fevzi Paşa’nın özel görevle gezip dolaşırken söylediği mantıksız sözlerini bildirmiştik. Bunu ummam, diye buyurmuştunuz. Ahmet Fevzi Paşa’nın, arkadaşlara yazdığı özel bir gizli telde, ordu, bugünkü başıbozuk durumunda kaldıkça ülke için yüzde yüz yıkım olacaktır, diyor. Bu adam, ordunun ulusal örgüte yardımcı olma durumunu başıbozukluk sayıyor. Oysa bilmek gerekir ki ordu, ulusal örgütün kadrosu dışında değildir; belki onun ruhu ve temelidir. Ahmet Fevzi Paşa’nın Gönen’de ilk olarak yaptığı iş, Anzavur olayından dolayı bin güçlükle ele geçirilen cana kıyıcıların salıverilmelerini istemek olmuştur. Bizimle görüşmeden atadığınız iki kişinin, kabul edilmeyeceği yolundaki zorunlu ve haklı düşüncelerimiz üzerine, ortaya bir onur sorunu çıkarmayınız. Bu, yurda ve ulusa bağlılıkla bağdaştırılamaz. “Görevinizden çekilirseniz, Mebuslar Meclisinin toplanmasının gerçekleşmez biz düş olacağı” yolundaki sözlerinizden, Sadrazamla birlikte bütün hükümetin, meşrutiyetiyle yönetime karşı olduğu anlaşılmaktadır. Pek önemli olan bu noktanın tam olarak açıklanması rica olunur.
Baylar, şimdi, Başyaver Salih Bey eliyle gönderildiğini bildirdiğim, Anlaşma Devletleri olağanüstü temsilcilerinin, Ali Rıza Paşa Hükümetine verdikleri ortak notadan biraz söz edeyim:
Fransa, Büyük Britanya ve İtalya Olağanüstü Komiserleri; Karadeniz Ordusu Başkomutanı Sayın Corc Miln (George Milne) ile Osmanlı Milli Savunma Bakanı arasında yapılan birtakım yazışmalara, Osmanlı Hükümetinin dikkatini çektikten sonra, “Bu yazışmalardan açıkça anlaşılıyor ki Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa, Karadeniz Ordusu Başkomutanının, Paris’teki Yüksek Kurul kararlarına uyarak, verdiği yönergeyi uygulayacak yerde, yüksek görevinin gerektirdiği sorumluluktan kaçınarak, kabul edilmeyecek birtakım özürler ve nedenler ileri sürmüştür. Olağanüstü Komiserler, Milli Savunma Bakanının bu davranışından doğacak kötü sonuçlar üzerine, Osmanlı Hükümetinin dikkatini çekmekle birlikte, Karadeniz Ordusu Başkomutanının bildirdiği konferans kararını uygulamak için ne gibi önlemler almayı düşündüğünü öğrenmek isterler. Olağanüstü Komiserler, olayı öğrenen Anlaşma Devletleri Yüksek Kurulunu aydınlatmak üzere, Yüksek Kurul adına verilen buyrukları Milli Savunma Bakanının yerine getirmemesi karşısında Osmanlı Hükümetinin görüşlerini hemen bildirmesini isterler.” diyorlar.
Baylar, Osmanlı Hükümeti, bu notaya verdiği yanıtta: “İzmir’e Yunanlıların nasıl girdiğini, Karma Komisyonun nasıl soruşturma yaptığını ve soruşturmaya değin geçen zaman içinde, Yunan yırtıcılığı karşısında, halkın nasıl canını kurtarma ve namusunu koruma kaygısına düştüğünü; Hükümetle ordunun her zaman Soruşturma Komisyonunun adaletine ve insafına güvendiğini ve yalnız akan kanları, geçici de olsa dindirmek için, Osmanlı Milli Savunma Bakanlığının, General Miln Cenaplarına 23 Ağustos 1919 günlü yazı ile öneride bulunmuş olduğunu bildiriyor ve bu önerinin, Yunan birlikleriyle Ulusal Güçler arasına Osmanlı birlikleri yerleştirmek olduğunu ancak bu önerinin kabul edilmediğini” açıklıyor.
Sonra; “Yunanlıların girdikleri bölgeye Yunan birliklerinden başka, Anlaşma Devletleri birliklerinin girmeleri önerisiyle ilgili, 20 ve 27 Ağustos 1919 günlü iki yazıya ve bunların karşılıksız kaldığına” işaret olunuyor. Bundan sonra da “General Miln Cenaplarının, kendi çizdiği sınırı gösterir yazılarının (3 Kasım 1919) Milli Savunma Bakanlığına gönderilmesi noktasına değinilerek, Milli Savunma Bakanının, böyle bir yazı hükümlerini uygulamaya tek başına yetkili olmaması dolayısıyla, Hükümete başvurduğundan ve Hükümetçe de Komiserlere durumun bildirildiğinden” söz ediliyor. Daha sonra -geçici sınır çizgisine değin Yunanlıların girmesine engel olan- gücün, halk topluluğu olduğu bildiriliyor. Hükümetin ve ordunun, halkın bu tutumunu önleyemediği belirtilerek işe bir çözüm yolu bulunması bir daha rica edildikten sonra “Gerek Hükümeti ve gerek Milli Savunma Bakanlığını, sözde Yüksek Kurul kararlarını uygulamıyor gibi bir suçlamadan artık kurtarmaya iyilikseverlikle aracı olunması” yolundaki yalvarmalara üstün saygılar da eklenerek yanıt yazısına son veriliyor.
Saygıdeğer Baylar, şimdi de Cemal Paşa’nın mektuplarında dokunduğu noktaları işaret edeceğim. Milli Savunma Bakanı, bize Anlaşma Devletleri Komiserlerinin notasını okuturken bir yandan da öteden beri yaptırmak ya da bizi yapmaktan alıkoymak istediği noktaları bir daha bildiriyor ve pekiştiriyordu. Cemal Paşa’nın, istediklerini bu kez ileri sürer ve önerirken sözü geçen notayı da okutarak, bizim ruhsal ve içsel durumumuz üzerinde etki yapmayı düşünmüş olduğunu kestirmek, bilmem doğru olur mu?
Cemal Paşa, Anlaşma Devletleri’nin siyasal eğilimlerinden söz ettikten sonra, Hükümet; Vilson ilkelerine göre kabul edebileceği yenilikleri yapmaya söz verir nitelikte bir bildiriyi, yakında yayımlayacaktır. İçişleri Bakanını gücendirmemelidir çünkü görevinden çekilir. O çekilince de bunalım olur. Meclis açıldığı zaman İçişleri ve Dışişleri Bakanları kesin olarak değiştirilecektir. Düşmanlar, Meclisi açtırmamak istiyor, dahası, Dostlar Derneğinin Padişaha başvurarak, bu Meclisin yasal olmadığını bildirip dağıtılmasını isteyeceği haber alındı diyor ve milletvekillerinin Ankara’ya gelmesi işinden söz ediyor.
Şimdi Baylar, bu üç belgeyi göz önünde tutarak, hep birlikte, kısa bir yorumlama yapalım! Komiserlerin notasından anlıyoruz ki Anlaşma Devletlerinin Karadeniz Başkomutanı Bay George Miln, Osmanlı Devleti’nin Milli Savunma Bakanına yani Cemal Paşa’ya, doğrudan doğruya kendi buyruğu altındaymış gibi yönerge ve buyruklar vermektedir. Cemal Paşa, şimdiye dek bundan bize söz etmedi. Ve yine anlıyoruz ki Osmanlı Devleti’nin Milli Savunma Bakanı, aldığı yönerge ve buyrukları yerine getirmemekten ve kabul edilemeyecek özürler ve nedenler ileri sürmüş olmaktan ötürü suçlandırılıyor. Milli Savunma Bakanının aldığı buyrukların ne olduğunu kestiriyoruz ve niçin yerine getirmemekte olduğunu da anlıyoruz. Çünkü Ulusal Güçler engel olmaktadır… Ulusal Güçler, Milli Savunma Bakanının ve Hükümetin, Başkomutan Bay Miln’in buyruklarına ve yönergelerine uyarak verdiği ya da vereceği buyruklara boyun eğmiyor… İşte komiserler, Paris’teki Yüksek Kurul adına, bunu kabul edilebilecek özür ve neden saymıyorlar. Demek istiyorlar ki hükümet iseniz, Milli Savunma Bakanı iseniz, ülkeye, ulusa, orduya egemen olmalısınız! Egemen iseniz özürler ve nedenler kabul edilemez.
Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümeti, 2 Ekim 1919’da iş başına geldi. Ondan önce Ferit Paşa Hükümeti vardı. Buna göre, Ulusal Güçler ile Yunan birlikleri arasında Osmanlı birlikleri yerleştirilmesiyle ilgili, 23 Ağustos 1919 günlü öneriyi yapan Ferit Paşa Hükümetidir. Düşman eline geçen bölgenin, yalnız Anlaşma Devletleri elinde bulunmasıyla ilgili 20 ve 27 Ağustos 1919 günlü önerileri yapan da Ferit Paşa Hükümetidir.
Ali Rıza Paşa Hükümeti daha, bir öneri ortaya atmış değildir. Ama tersine, 3 Kasım 1919 günü Yunanlıların gireceği bölgenin sınırını belirtiyor ve bu sınıra değin Yunanlıların girmesinin sağlanmasını, Başkomutan Miln, Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa’ya buyuruyor. İşte Cemal Paşa’nın yerine getiremediği buyruk budur. Teşekkür olunur ki gerek kendisi ve gerek üyesi bulunduğu Hükümet, iş başına geldiklerinden çok çok bir ay sonra, Ulusal Güçlere karşı güçsüz olduklarını, yabancı komiserlere söyleyebilmişlerdir.
Baylar, bu delegelerden anlaşılması gereken en önemli ve en anlamlı nokta, bence, Hükümetin ortak notaya verdiği yanıtında, komiserlerin ileri sürdükleri noktalara büyük bir alçakgönüllülükle ve büyük bir incelikle karşılık verilirken, bir yön üzerinde hiç durulmamış olmasıdır. O da Baylar, Bay George Miln’in doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’nin Milli Savunma Bakanına buyruk ve yönerge vermekte olmasıdır. Bu durum, ne Ulusal Örgüte karşı, her şeyi onur sorunu yapan Milli Savunma Bakanının ne de Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını sağlamak sorumluluğunu yüklenmiş olan Hükümetin onuruna, saygınlığına dokunmuyor. Bu durumun, kendilerinin onurunu ve devletin bağımsızlığını çoktan zedelemiş olduğunu anlamak istemiyorlar. Hiç olmazsa protesto etmiyorlar. Hiç olmazsa, bağımsızlığı ortadan kaldıran bu sataşmaya ve saldırıya araç olamayız diye bağırmayı göze alamıyorlar… Göze alamıyorlar Baylar, çünkü korkuyorlar. Nitekim korktukları başlarına geldi. Bunu yakında göreceğiz. Korkmamak için, insanlık onuruna ve ulusal onura saldırılamayacak bir çevrede ve öyle koşullar içinde bulunmak gerekir. Buna önem vermeyenlerin, aslında bir insan için, bir ulus için dokunulmaz olarak kalması, en büyük namus ülküsü olan kutsal kavramlara karşı, çoktan saygısız ve duyarsız oldukları yargısına varmakta yanlışlık yoktur!
Adalet dilenmekle ve başkalarını kendine acındırmakla ulus işleri, devlet işleri görülemez; ulusun ve devletin onuru ve bağımsızlığı güven altına alınamaz.
Adalet dilenmek ve acındırmak gibi bir ilke yoktur. Türk ulusu, Türkiye’nin yarınki çocukları, bunu bir an akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Baylar, Cemal Paşa’ya, komuta değişikliğiyle ilgili noktalarda verdiğimiz yanıtı bilginize sunmuştum. İzin verirseniz, o yanıtın başlangıcını oluşturan konular üzerindeki düşüncelerimizi de özetleyeyim. Temel noktalar üzerindeki görüşlerimiz şunlardı:
1. Anlaşma Devletleri’nin her biri, bütün Türkiye’den en büyük çıkarını sağlamak amacını gütmektedir. Bu, Türkiye’de, güvenilir bir dayanak noktası bulmaya bağlıdır. Yabancıların açıktan açığa karşıt ve kırgın görünmelerinin nedenini, Hükümetin yansızlık durumunda aramalıdır; güçsüz ve dayanaksız olmasında aramalıdır.
2. Hükümet, bildiri yayımlamakta tez canlılık göstermemelidir. Bildiri, hükümet durumu sağlamlaştıktan sonra yayımlanmalıdır. Hükümetin güçlü olması, her bakımdan Ulusal Güçlere dayandığı kanısını uyandıracak bir yol tutturmasına ve bunu bütün dünyaya duyurmasına bağlıdır. Meclis toplandıktan ve sonra orada güçlü bir “Hakları Savunma Derneği Grubu” kurulduktan sonra, bildiriye sıra gelebilir. Herhalde bildiri, Barış Konferansına gidecek delegeler yola çıkmadan önce, ama grupla görüş birliğine varılarak düzenlenmelidir. Çünkü böyle olmazsa, önem ve değer verilmeyecektir. Bir de işe, kabul olunacak yenilikleri duyurmakla başlamak doğru değildir. Tersine bildiride, ulusun bağımsızlığından ve ülkenin bütünlüğünden başlamak, ancak bunun sağlanması koşullarına bağlı olmak üzere yönetim işlerinin ana çizgilerini saptamak uygun olur. Bu bildiriye temel olacak önemli noktalar, Sivas Genel Kongresi Bildirisi’nde ve Tüzüğü’nde vardır. Orada, yarınki sınırlar, devletin ve ulusun bağımsızlığı, azınlıkların hakları, yapılacak yardımın ulusça nasıl anlaşıldığı açıkça belirtilmiştir. Böyle bir bildiri, şimdiden düzenlenir ve Meclis açıldığı zaman çoğunluk grubuyla görüşüldükten sonra yayımlanır. Uygun olan budur.
3. İçişleri Bakanının çekilmesiyle hükümette bir bunalım çıkmasına neden görülememektedir. Böyle bir düşünceden İçişleri Bakanına Sadrazam gözüyle baktığınız anlamı çıkar. Bir hükümette bunalım ancak hükümet başkanının çekilmesiyle çıkabilir. Hükümetin, İçişleri Bakanı Şerif Paşa’ya, onun da Ferit Paşa’ya ayak uydurduğu ve bağlı olduğu anlaşılıyor. Meclisin açılması üzerine, İçişleri ve Dışişleri bakanlarının kesin olarak değiştirilecekleri yolundaki işareti anlayamadık. Bu bakanlar, şimdiden böyle bir söz verdiler mi? Düşmanların, Meclisi açtırmak istemeyecekleri doğaldır. Yalnız Padişahın Meclisi dağıtacağı da düşünülebilir mi? Eğer böyle olasılık varsa o halde Meclisi, İstanbul’da, dağıtmak ve ulusu Mebuslar Meclissiz bırakmak için mi topluyoruz? Öyle ise Padişahın bu konudaki görüşlerinin, kurulumuzca kesin olarak şimdiden bilinmesi gerekir ki milletvekillerini dışarıda, güvenli bir yerde toplamak için girişimlerde bulunalım! Yoksa Meclis, İstanbul’da toplanma yüzünden yukarıda belirtilen durumlara düşerse, bunun sorumluluğu, İstanbul’da toplanması için direnenlere düşecektir.
4. Milletvekillerinin görüşmek üzere Ankara’ya gelmeleri yararlıdır.
SÖYLEV (1919-1927) ve DEMEÇLER (1928-1938) syf: 119-131