Her millet, Anayasaya (teşkilatı esasiye yasasına) saygı gösterir. Çünkü bu yasadaki hükümleri koymak ve uygulamak için milletler, aşağı yukarı farklarla, büyük üzüntülere katlanmıştır. Denebilir ki, bugün mutlu sayılan milletlerin hemen hepsi dışarıdan gelen nüfuz ve istismar hareketlerine karşı bağımsızlıklarını savunmak için, nasıl pek çok kan dökmüşlerse ve sürekli bu özveriye hazır bulunuyorlarsa, içeride kendilerini Allah adına yönetmek isteyen acımasız (zorba) hükümdarlara ve baskıya karşı da aynı yoldan gitmişlerdir.* Ülkemizde ilk Anayasa (Teşkilatı Esasiye Yasası) 1877 senesinde kabul edilmiştir. O zamanki yeni padişah Sultan Hamit, önceki iki padişahın acıklı sonlanndan ürkerek kendisini sevdirmek için meb’usan ve ayan kurul masını ve bu meclisler tarafından bütçenin incelenmesini, yasa yapılmasını ve hükümetin kontrolünü bazı kayıtlar altında tanıyan “Esas Yasa” dediğimiz (“Kanunu Esasi”yi) kabul etmiştir.
O tarihten önce milletin her türlü hakkı padişahın keyfi yönetimine tabi idi. Ülke içinde vatandaşlann canı, malı ve onuru güven altında değildi. Vergiler yasa dışı, keyfi olarak tahsil edilirdi. Devlet geliri ülkenin yükselmesine ve yaşamasına yarayacak işlere değil, padişahların şahsi arzusuna hizmet edecek işlere ve sarayın bitip tükenmeyen eğlencesine harcanırdı. Kendilerini sultanlara beğendiren bilgisiz ve ortalığı karıştıran insanlara sınırsız, sayısız hediyeler verilir ve bağışlarda bulunulurdu. Bu israflara hâzinenin gücü yetişmezdi. Aşın faiz ve komisyonlar ile sürekli borçlar yapılırdı. Bugün hala omuzlarımızda taşıdığımız “Düyunu Umumiye” belası, padişah yönetimlerinin bize miras bıraktığı ağır bir yüktür. O zaman ticaret serbest değildi. Tanm, devlet işleri arasında adı bile bulunmayan bir mesele idi. Yol ve okul işleriyle hiç meşgul olmazlardı. Millet ve halk kavramı yoktu. Adalet, medreselerde okumuş bilgisiz ve rüşvet alan kadılardan kurulu şer’i (şeriata dayalı) mahkemeler tarafından dağıtılırdı. Askerin durumu çok kötüydü. Ordu şimdi olduğu gibi, vatandaşların isteyerek sancağı altına koştuklan bir onur ve vatan kurumu değil, bir işkence yuvası idi. Saray, bazı halk sınıflarına, bazı yöreler halkını bu güç yetirilemez hizmetten ayn tutulmak (muaf olmak) ayrıcalığını vermişti. Askerlik hizmetinin süresi belli değildi. On seneden fazla silah altında kalan vatan yavrulan vardı. Bunlann önemli bir kısmı baskı yönetiminin düzensiz, anlayışsız siyaseti yüzünden sürekli olarak isyan halinde bulunan Yemen’de, Arabistan ve Afrika çöllerinde ve Arnavutluk’ta can veriyorlardı.
Ülkenin dış siyaseti daha acıklı bir trajik manzara arz ediyordu. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son çağlannda devletin bağımsız bir dış siyaseti yok gibi idi. Son zamanlarda hükümet yabancı nüfuzu altında bulunuyordu. Osmanlı Hükümetini, zaman zaman, Moskova, Viyana ve Londra saray lan kumanda ediyordu. Vezirler ve bakanlann her birinin yabancı devletlerden her hangi birine taraftar olduğunu söylemek gösterişli bir tanınmışlık ifadesi olurdu. Ayrı bir bölümde açıklanacak olan kapitülasyonlar yüzünden devletin yapısı adli, mali, ekonomik yaralarla yıpranmıştı. Her konuda ayncalıkları olan yabancılar ve Türkler aleyhine bir çok serbestileri (muafiyetleri) ve ayncalıklan bulunan uyruğunun Türk’ten başka öğeleri refah içinde yaşıyorlar, kazanıyorlardı. Bu ölüm havası içinde uyuşan milli yapıdan tek tük yetişen vatanperver ve özverili öğeler vardı. İşte bunlann hafif baskısı Abdülhamit’i kişisel güven kaygısı ile 1877 Anayasasını (Kanunu Esasisini) kabule götürmüştü. Bu yasa, baş tarafta yaptığımız Anayasa (teşkilatı esasiye) tanımına uyacak içerikten çok uzaktı. Ancak o sırada imparatorluğun yenilgi ile sonuçlanan Rus savaşından sonra ülkenin düştüğü kötü durumdan faydalanan padişah tekrar babalarının yolunu tuttu. Anayasa (“Kanunu Esasi”) ortadan kaldırıldı ve bunun düzenlenmesinde öncü olan vatan çocuklanndan acı bir şekilde intikam alındı. Üzüntü ve sıkıntılara yol açan evrelerini biraz önce yukarıda anlattığımız baskı dönemi daha ağır bir kâbus halinde egemen olmaya başladı.
1908 yılında Rumeli’de başlayan milli ihtilal sonucunda 1877 Anayasası (Kanunu Esasisi) yeniden yürürlüğe konuldu. Bir yıl geçmeden padişahın Anayasa (Kanunu Esasi) aleyhine gerçekleşen yeni bir ihaneti ortadan kaldırıldı (31 Mart Olayı).
Milletin ve hükümetin karşılıklı hak ve görevlerini oldukça ve daha iyi sayılacak bir şekle sokan değişiklik ile yasa yeni baştan düzenlendi. Bir süre sonra bazı maddeler üzerinde tekrar değiştirilen noktalar oldu; meşrutiyet döneminin bu Anayasası (Kanunu Esasisi) Anadolu’da yeni milli devletin kurulduğu tarihe kadar yürürlükte kalmaya devam etti.
Dünya savaşından sonra, imza edilen ateşkes (mütareke) sonucunda ülkemizin büyük bir kısmı elden gittikten başka bugünkü vatanımızın önemli parçaları da düşman ordulan tarafından işgal edilmişti. Ordumuzun silahları ve cephanesi yabancılar tarafından toplanarak ülke dışına gönderiliyor ve denize atılıyordu. Galip devletlerin teklif ettikleri yeni anlaşmaya göre (Sevr) 19’uncu yüzyıl diplomasisinin “Doğu Meselesi” adını verdiği engel, artık kapanıyor, kökleri en eski insanlık tarihinin derinliklerinde bulunan Türk Milletinin son ve tek bağımsız devleti yıkılıyordu…
Gerçekten, yabancı işgali altında bulunan o zamanki devlet merkezi olan, İstanbul’da bulunan padişah Anadolu’da başlayan milli karşı koymayı kırmak için düşman kuvvetleriyle birleşerek Meb’usan Meclisini bastı ve mevcut Anayasaya (Kanunu Esasiye’ye) en ağır ve en son darbeyi indirdi. Bu durum üzerine Ankara’da milli egemenlik temeli üzerine yeni ve taze bir Türkiye Devleti’nin merkezi kuruldu. 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk işleri arasında şu esasları kabul etti ve duyurdu:
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Büyük Millet Meclisi milletin gerçek ve tek temsilcisidir. Yasama yetkisi ve yürütme kuvveti Büyük Millet Meclisi’hdegerçekleşir ve toplanır”.
Medeni Bilgiler, S. 262-263-264-265