18 Haziran 1919 günü Trakya’ya verdiğim yönergede işaret ettiğim bir noktanın uygulanması zamanı gelmiş bulunuyordu. Anımsarsınız ki o nokta, Anadolu ve Rumeli ulusal örgütlerini birleştirerek bunları bir merkezden yönetmek ve adlarına iş görmek üzere, Sivas’ta genel bir kurultay toplamaktı. Bu amaçla emir subayım Cevat Abbas Bey’e 21-22 Haziran 1919 gecesi Amasya’da söyleyip yazdırdığım genelgenin başlıca noktaları şunlardı:
- Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
- İstanbul Hükümeti üstlendiği sorumluluğun gereklerini yerine getirmemektedir. Bu durum, ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.
- Ulusal bağımsızlığı, ulusun azmi ve kararlılığı kurtaracaktır.
- Ulusun durumunu görüşmek ve hakkının sesini dünyaya duyurmak için, her türlü yabancı etki ve denetimden uzak, ulusal bir kurulun bulunması kararlaştırılmıştır.
- Anadolu’nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sivas’ta ulusal bir kongrenin ivedilikle toplanması gerekmektedir.
- Bunun için her sancaktan, yetenekli ve halkın güvenini kazanmış üç kişinin, olabildiğince çabuk yetişmek üzere, hemen yola çıkarılması gerekmektedir.
- Çıkabilecek herhangi bir kötü duruma karşı, bu ulusal bir giz olarak saklanmalı ve gereken yerlerde delegeler kimlik değiştirmelidir.
- Doğu illeri adına 10 Temmuz 1919’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O güne değin öteki il delegeleri de Sivas’a ulaşabilirlerse, Erzurum Kongresinin üyeleri de Sivas’ta yapılacak genel toplantıya katılmak üzere yola çıkarlar.
Görüyorsunuz ki bu yazdıklarım, aslında vermiş ve dört gün önce Trakya’ya bildirmiş olduğum bir kararın Anadolu’ya da genelge ile bildirilmesinden başka bir şey değildir. Bu kararın 21-22 Haziran 1919 gecesi, karanlık bir odada alınmış korkunç ve gizemli yeni bir karar olmadığı, kolaylıkla anlaşılır sanırım. Bu noktanın aydınlanması için, isterseniz küçük bir açıklamada bulunayım. Baylar, o müsvedde işte aynen şu kâğıtlardır (göstererek), dört maddeliktir, içindekileri söyledim. Altında benim imzam vardır. Bir de görevi dolayısıyla, kurmay başkanım bulunan Albay Kâzım Bey’in (şimdi İzmir Valisi Kâzım Paşa), kurmaylarımdan bildirim işleriyle görevli Husrev Bey’in (şimdi elçi), askerî makamlara şifre eden emir subayım Muzaffer Bey’in, sivil makamlara şifre eden bir sivil görevlinin imzaları vardır. Bundan başka daha birtakım imzalar vardır. Bu imzaların bu müsveddeye konması güzel bir talih ve rastlantıdır.
Daha, Havza’da bulunduğum sırada, Ankara’da bulunan Yirminci Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa’dan bir gizli tel aldım. Bu tel: “Tanıdığınız bir kişi kimi arkadaşlarla İstanbul’dan buraya gelmiştir. Ne yapmalarını buyuruyorsunuz?” anlamındaydı. Bilmeceyi andıran bu tel, beni çok ilgilendirdi ve şaşırttı. Söz konusu kişiyi tanıyorum, benden ne yapacağını soruyor, Ankara’da arkadaşım olan güvenilir bir komutanın yanında, tel de gizli bir teldir. Öyleyse neden adını gizli bile yazdırmaktan çekiniyor? Epeyce düşündüm. Anlar gibi oldum, kestirilebilir ki bilmece çözmekle uğraşacak zamanım yoktu. Ama Fuat Paşa’yı yakından görmek; bölgeleri, çevreleri, düşünceleri üzerinde görüşmek bence çok istenilir bir şeydi. Bu bilmeceli telin uyandırdığı düşünceyle kendisine şu ricada bulundum: “Ankara’dan ayrıldığınızı belli etmeyecek biçimde gereken düzenlemeleri yaptıktan sonra, ad ve kılık değiştirerek birkaç gün için ivedilikle yanıma geliniz. İstanbul’dan gelen arkadaşları da birlikte getiriniz.”
Gerçekten Fuat Paşa, dediğim gibi Havza’ya doğru yola çıkar. Ama benim birtakım zorlayıcı nedenlerden dolayı, hemen Havza’dan ayrılıp Amasya’ya gitmem gerekmişti. Fuat Paşa, Havza yolunda durumu anlar ve Amasya’ya yönelir. İşte böylece 21-22’de Amasya’da yanımda bulunuyor. Adı telde bildirilmeyen kişi de Rauf Bey idi. İstanbul’dan ayrılmak üzere, evimden otomobile bineceğim sırada Rauf Bey yanıma gelmişti. Bineceğim vapurun izleneceğini ve İstanbul’da iken tutuklamadıklarına göre belki de Karadeniz’de batırılacağımı güvenilir kimselerden işitmiş, onu bildirdi. Ben İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı yeğledim ve yola çıktım. Kendisine de eninde sonunda İstanbul’dan çıkmak zorunda kalırsa yanıma gelmesini söyledim.
Rauf Bey gerçekten İstanbul’dan çıkmak gereğini duymuş ve çıkmış ama benim yanıma gelmedi. Arkadaşı olan 56. Tümen Komutanı Albay Bekir Sami Bey’le buluşmak istemiş ve İzmir savaş boyuna daha yakın bir yerde, daha etkili ve daha yararlı olacağını sanarak Bandırma-Akhisar yoluyla Manisa bölgesine gitmiş. Gittiği yerde; halkın iç gücünü yitik, durumu öldürücü ve korkunç görmüş. Hemen adını değiştirerek oradan Ödemiş, Nazilli, Afyonkarahisar üzerinden Aziziye – Sivrihisar yoluyla ve araba ile de Ankara’ya, Fuat Paşa’nın yanına gelmiş ve bana başvurmuş. Pek güzel ama adını saklayarak beni üzmenin anlamı var mıydı? Öte yandan Üçüncü Kolordu Komutanım olup Samsun Mutasarrıflığında bıraktığım Refet Bey’i, artık Sivas’a, kolordu merkezine göndermek istiyordum. Birkaç kez, gelmesi için buyruk vermiştim. Bölgesinde geziye çıkmış. Buyruklarıma yanıt bile alamıyordum. En son o da bir rastlantıyla o gün gelmişti.
(Atatürk bu noktada, Rauf ve Refet Beylerin Genelgeye imza atmak konusunda kararsız kaldıklarını anlatarak sözlerini şöyle sürdürmektedir:)
Kongreye çağrı genelgesi, sivil ve askerî katlara gizli olarak gönderildi. Bundan başka İstanbul’da bulunan kimi kişilere de gönderildi. Ama bu kişilere ayrıca bir de genelge niteliğinde mektup yazdım. Kendilerine mektup yazdığım kişiler şunlardı: Abdurrahman Şeref Bey, Reşit Akif Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Seyit Bey, Halide Edip Hanım, Kara Vasıf Bey, Nafıa Nazırı23 Ferit Bey, Sulh ve Selamet Fırkası Başkanı Ferit Paşa (sonradan Milli Savunma Bakanı oldu), Câmi Bey, Ahmet Rıza Bey. Bu mektupta söylediğim noktaları özet olarak yineleyeceğim:
- Yalnız mitingler ve gösteriler, büyük amaçları hiçbir zaman gerçekleştiremez.
2. Bunlar ancak doğrudan doğruya ulusun bağrından doğan ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
- Aslında acı olan, durumu öldürücü biçime sokan en keskin etken, İstanbul’daki karşı akımlar ve ulusal erekleri zararlı biçimde desteksiz bırakan siyasal ve ulus yararına aykırı propagandalardır. Bunun cezasını yurdumuzun nasıl çektiğini pek çok görmekteyiz.
- Artık İstanbul Anadolu’ya egemen değil, bağlı olmak zorundadır.
- Size düşen özveri pek büyüktür.
25 Hazirana dek Amasya’da kaldım. Anımsarsınız ki o günlerde İçişleri Bakanlığında bulunan Ali Kemal Bey, benim görevimden çıkarıldığım ve artık benimle hiçbir resmî işlem yapılmaması ve hiçbir isteğimin yerine getirilmemesi konusunda şifre ile bir genelge yayımlamıştı. 23 Haziran 1919 gün ve 84 sayılı olan bu genelgeyi, ilginç bir anlayışı gösterir belge olduğu için olduğu gibi bilgilerinize sunacağım.
İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey’in 23.06.1919 günlü ve 84 numaralı gizli telinin çözülmüş örneğidir.
Mustafa Kemal Paşa büyük bir asker olmakla birlikte güncel siyaseti o derecede bilmediği için, olağanüstü yurtseverlik ve çaba gösterdiği halde, yeni görevinde hiç başarılı olamadı. İngiliz Olağanüstü Temsilciliğinin isteği ve üstelemesi üzerine görevinden alındı ve alındıktan sonra yaptıkları ve yazdıklarıyla da bu kusurlarını daha çok açığa vurdu. Redd-i İlhak cemiyetleri gibi, Balıkesir ve Aydın dolaylarında Müslüman halkı haksız yere kırdırmaktan ve böyle bir durumdan yararlanarak halkı haraca kesmekten başka bir iş görmeyen; emirsiz, saygısız ve kanunsuz kurulan kimi kurullar için öteden beri çektiği tellerle de siyasal yanılgılarını yönetimde de arttırdı. Adı geçenin İstanbul’a getirilmesi Milli Savunma Bakanlığını ilgilendiren bir görevdir. Ama İçişleri Bakanlığının size kesin buyruğu, artık o kişinin görevinden çıkarılmış olduğunu bilmek, kendisiyle hiçbir resmî işleme girişmemek, hükümet işleriyle ilgili hiçbir isteğini yerine getirmemektir. Bu yönergeye uygun iş görmekle ne gibi sorumlulukların ortadan kalkacağını anlayacağınızı biliyorum. Bu önemli ve korkulu dakikalarda memur olsun, halktan olsun, her Osmanlı’ya düşen en büyük ödev, Barış Konferansınca yazgımız üzerine karar verilirken ve beş yıldır yaptığımız deliliklerin hesapları görülürken, artık aklımızı başımıza devşirdiğimizi göstermek; akıllıca ve tedbirlice davranışlara uymak; parti mezhep, ırk ayrılıkları gözetilmeksizin, herkesin yaşamını, malını, ırzını korumakla uygarlık dünyası karşısında bu yurdu bir daha lekelememek değil midir?”
Bu genelgeden, ben, ancak Sivas’a vardığım 27 Haziran 1919 günü haberim oldu. Ali Kemal Bey, 23 Haziran günü bu genelgesiyle düşmanlara ve Padişaha karşı önemli bir görevi yaptıktan sonra, 26 Haziran 1919 günü hükümetten çekilmiştir. Ali Kemal Bey’in Sadrazama verdiği resmî çekilme yazısından başka, Saray’a gidip Padişaha kendi eliyle verdiği çekilme yazısı örneklerini ve sözlü olarak bildirdiklerini ve Padişahın ona verdiği yanıtı çok sonra öğrendim.
Ali Kemal Bey çekilme yazılarında, özellikle Padişaha sunduğunda: “Osmanlı ülkesinin türlü yerlerinde baş gösteren ayaklanma ve kargaşa belirtileri üzerine, ayaklanma ateşinin hemen ve yayılmadan durdurulup söndürülmesi ve yok edilmesi için önlem almak yalnız kendi makamını ilgilendirirken, Padişahtan gördüğü yakın ilgi ve güveni çekemeyen kimi arkadaşlarının, birçok boş nedenler ileri sürerek, ayaklanmanın genişlemesine yol açmakta olduklarından” söz ettikten sonra “Resmî görevinden çekilmekle birlikte özel olarak hizmet edeceğini ve bağlılıktan ayrılmayacağını” yazısına ekliyor ve sözlü olarak da “Resmî görevden ayrılmamı fırsat sayan hasımlarımın saldırılarından kulunuzu koruyunuz.” diye yalvarıyor.
Padişah yanıt olarak: “Beni büsbütün yalnız bırakmayacağına güveniyorum. Bağlılığınız bana büyük umut ve teselli vermiştir. Saray her dakika size açıktır. Refik Bey’le işbirliği yapmaktan ayrılmayınız.” gibi okşayıcı sözler söylüyor. Bağlılığından padişahın büyük umut ve teselliye kapıldığı Ali Kemal’i, bakanlık görevinde ve Padişahın yanında gördükten sonra, bir de asıl gerçek görevi başında görelim! Canınız sıkılmazsa Sait Molla’nın Rahip Fru’ya yazdığı mektuplardan birini gözden geçirelim. “Ali Kemal Bey’e son felaketi üzerine, üzüntü duyduğumuzu söyledim. Bu değerli kişiyi elde bulundurmak gerek, bu fırsatı kaçırmayalım. Bir armağan sunmak için en uygun zamandır.” “Ali Kemal Bey, dün o kişi ile görüşmüş. Basın işinde biraz ağırdan almak gerektiğini söylemiş. Bir kez herhangi bir düşünceye kazanılan düşünür ve yazarları, öncekine aykırı bir amaca yöneltmek bizde kolay olmaz. Bütün resmî görevliler ulusal ayaklanmayı şimdilik iyi görüyorlar, demiş. Ali Kemal Bey, yönergenize eksiksiz uyacak. Zeynelâbidin Partisi ile de işbirliği yapmaya çalışıyor. Kısacası işler bulandırılacak.”
Bu mektupta bir çıkma yapılmış, şimdi onu da okuyalım: “Birkaç kezdir söylemek istediğim halde unutuyorum. Mustafa Kemal Paşa’ya ve yandaşlarına biraz arka çıkar gibi görünmeli ki kendisi tam güvenle buraya gelebilsin. Bu işe olağanüstü önem veriniz. Kendi gazetelerimizle onu destekleyemeyiz.” Bu belgeler üzerinde sırası gelince daha çok bilgi veririm. Şimdilik bu kadarı yeter.
Ali Kemal Bey’in, Amasya’dayken daha duymadığımı söylediğim genelgesi, görevlilerin ve halkın kafalarını gerçekten karıştırmış. Her yerde eksik olmayan yıkıcı ruhlu kimseler, hemen bana karşı propagandaya ve çalışmaya girişmişler. Bu yoldaki baltalayıcı gösterilerin ve işlerin en önemlisi, Sivas’ta düzenlenmeye başlamış.
(Atatürk, Söylev’in bu bölümünde, İstanbul’dan Elazığ Valisi olarak gönderilen Ali Galip Bey’in, Sivas’ta halkı ulusalcılara karşı kışkırtmak için yaptığı girişimleri ayrıntılarıyla ele aldıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:)
Ayın 25’inci günü, Sivas’ta beni kötüleyici birtakım uygunsuz olaylar geçmeye başladığını öğrendim. 25-26 Haziran gecesi yaverim Cevat Abbas Bey’i çağırdım ve yarın sabah karanlıkta Amasya’dan güneye gideceğiz, dedim. Bu gidişimizin gizli tutulması ve hazırlanılması için emir verdim. Bir yandan da Beşinci Tümen Komutanı ve kurmaylarımla, gizli olarak şu önlemi kararlaştırdık: Beşinci Tümen Komutanı, tümeninden seçme subay ve erlerle olabildiğince güçlü bir atlı piyade birliğini hemen o geceden başlayarak çabucak kuracaktı. Ben, 26 Haziran sabahı karanlıkta arkadaşlarımla birlikte otomobil ile Tokat’a gitmek üzere yola çıkacaktım. Birlik kurulur kurulmaz, Tokat üzerinden Sivas’a doğru gönderilecek ve benimle bağlantı kurulacaktı. Gidişimiz, hiçbir yere telle bildirilmeyecek ve elden geldiğince Amasya’da da açığa vurulmayacaktı.
26 Haziran’da Amasya’dan yola çıktım. Tokat’a varır varmaz telgrafhaneyi gözaltına aldırarak benim varışımın Sivas’a ve hiçbir yere bildirilmemesini sağladım. 26-27 Haziran gecesini orada geçirdim, 27 Haziran’da Sivas’a doğru yola çıktım. Otomobille Tokat’tan Sivas’a aşağı yukarı altı saattir. Sivas valisine, Tokat’tan Sivas’a gelmek üzere yola çıktığımı bildiren açık bir tel yazdım. İmzada Ordu Müfettişliği sanını kullanmıştım. Telde, özel bir düşünce ile yola çıkış saatimi bildirmiştim. Ama bu telin, ayrılışımdan altı saat sonra çekilmesini ve o zamana değin hiçbir yoldan Sivas’a bilgi verilmemesini sağlayacak önlemleri aldırdım.
Şimdi Baylar, gözlerimizi yeniden Sivas’ta bıraktığımız görüntüye çevirelim. Ali Galip Bey’le Reşit Paşa arasında bana karşı ne gibi bir işlem yapılacağının tartışılması sahnesine… Tartışmanın kızıştığı bir sırada, Reşit Paşa’nın eline, benim Tokat’tan çekilen telimi verirler. Reşit Paşa hemen Ali Galip Bey’e uzatır: “İşte kendisi geliyor; buyurun, tutuklayın!” der. Reşit Paşa, telde yazılı olan çıkış saatini görünce hemen kendi saatini çıkarır, bakar… “Efendim geliyor değil, gelmiş olacaktır.” diye ekler.
Bunun üzerine Ali Galip: “Ben tutuklarım dedimse benim ilim içinde olursa tutuklarım, demek istedim.” deyince, toplantıda bulunanları bir heyecan kaplar… Hep birden: “Haydi öyleyse karşılamaya gidelim.” diyerek toplantıya son verirler… Ancak kentin ileri gelenleri ile halkla ve askerle parlak bir karşılama hazırlığı yapabilmek için biraz zaman kazanmak gerektiğini oysa hesapça benim, Sivas kenti kapılarına yaklaşmış olacağımı göz önünde bulundurarak beni, kentin yakınında bulunan Ziraat Numune Çiftliği’nde biraz dinlendirmenin yolunu aramışlar. Vali Paşa karargâhımın sağlık başkanı olup daha önce, gerekli örgütleri kurmak için Sivas’a göndermiş olduğum Talî Bey’i çağırtarak, bu görevin yapılmasını ondan rica etmiş ve karşılama hazırlıklarını bitirince hemen kendisinin de yanımıza geleceğini söylemiş…
Gerçekten, tam Numune Çiftliği yakınında, karşımıza çıkan bir otomobilin içinde Talî Bey göründü. Otomobillerden indik, çiftliğin avlusunda oturduk. Talî Bey, anlattığım durumu ayrıntılarıyla açıkladıktan sonra, görevinin beni burada biraz oyalamak olduğunu söyleyince hemen ayağa kalktım: “Çabuk otomobillere ve Sivas’a!” dedim.
Bunun nedenini anlatayım. O anda aklıma gelen şuydu: Karşılama töreni yapacağız diye Talî Bey’i aldatmış olabilir ve gerçekte ters bir düzen yapmak için zaman kazanmak isteyebilirlerdi. Otomobillere binmek üzere iken Sivas yönünden başka bir otomobil yanımıza yaklaştı. İçinde Vali Paşa vardı. Reşit Paşa: “Efendim, birkaç dakika daha dinlenmez misiniz?” diye söze başladı. “Yarım dakika bile dinlenmeye gereksinim duymuyorum. Hemen gideceğiz ve sen benim yanımda gel.” dedim.
– Efendim, dedi, sizin yanınıza Rauf Bey binsin, ben arkadaki otomobille de gelirim.
– Hayır, hayır, dedim. Siz buraya…
Bu küçük önlemin neden alındığı kendiliğinden anlaşılır. Sivas kentine vardığımızda, caddenin iki yanı büyük bir kalabalık ile dolmuş, askerî birlikler tören duruşu almış bulunuyordu. Otomobillerden indik. Yürüyerek askeri ve halkı selamladım… Bu görünüş, Sivas’ın saygıdeğer halkının ve Sivas’ta bulunan yiğit subay ve erlerimizin bana, ne denli bağlı olduğunu ve sevgi beslediğini belirten canlı bir tanık idi… Bundan sonra, doğruca Kolordu Komutanlığına gittim ve hemen Ali Galip’i ve onun yardakçısı olduklarını anladığım bozguncuları getirttim. Onlara ne yaptığımı açıklayarak aslında epey yorgunluk verdiğinden kuşku duymadığım ayrıntıları uzatmak istemem. Yalnız bir noktayı belirtmekle yetineceğim. Baylar, bu Ali Galip, karşılaştığı kötü durumdan sonra, gizli diyecekleri olduğunu söyleyerek, geceleyin yalnızca yanıma gelmek istedi. Kabul ettim. Davranışlarının dış yüzüne önem vermemizi ricayla Elazığ valiliğini kabul ederek gelmekten amacının, benim görüşüme hizmet etmek olduğunu ve Sivas’ta kalışının, benimle buluşup buyruk almak için olduğunu açıklamaya ve bin türlü kanıtla bizi inandırmaya çalıştı ve sabaha dek oyalayarak başarı da sağladığını açıkça söylemeliyim.
Sivas’ta, kurulan örgütler ve yapılacak işler üzerine gerekenlere yönerge verdikten sonra, hiç uyumadan geçen 27-28 gecesinin sabahında, bir bayram günü, Sivas’tan Erzurum’a doğru yola çıkıldı. Bir haftalık sıkıntılı bir otomobil yolculuğundan sonra 3 Temmuz 1919 günü, halkın ve askerin gerçekten içten gelen gösterileri arasında, Erzurum’a varıldı. İstanbul Hükümetinden gelebilecek yıkıcı bildirimleri denetlemek ve durdurmak için, haberleşme kanalı olan önemli merkezlerde gereken önlem ve düzenleme alınması için, bütün komutanlara, 5 Temmuz 1919 tarihinde buyruk verdim. Komutan, Vali ve Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneğinin Erzurum Şubesi ile görüşüldü. Vali Münir Bey, İstanbul Hükümetince görevinden çıkarılmıştı. Gitmeyip Erzurum’da kalmasını bildirmem üzerine daha Erzurum’da bulunuyordu. Bitlis valiliğinden ayrılıp İstanbul’a gitmek üzere Erzurum’dan geçen Mazhar Müfit Bey de Münir Bey gibi Erzurum’da beni bekliyordu.
Bu iki vali beyle, On Beşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ve yanımda bulunan Rauf Bey, eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey ve karargâhımdan Kurmay Başkanı Kâzım Bey ve Kurmay Hüsrev Bey, Doktor Refik Bey arkadaşlarımla önemli bir görüşme yapmayı uygun gördüm. Kendilerine genel ve özel durumu ve tutulması zorunlu olan yolu anlattım. Bu arada en elverişsiz durumları, genel ve kişisel tehlikeleri, her olasılığa göre nelerin göze alınması zorunlu olacağını açıkladım Bir de, “Ulusal amaçlarla ortaya atılacakların yok edilmesini düşünenler, yalnız Saray, İstanbul Hükümeti ve yabancılardır. Ancak bütün halkın aldatılabileceğini ve bize karşı çevrilebileceğini de düşünmek gerektir. Önder olacakların her ne olursa olsun, amaçtan dönmemeleri, yurtta barınabilecekleri son noktada, son nefeslerini verinceye değin, amaç uğrunda özveriyi sürdüreceklerine, işin başında karar vermeleri gerekir. Yüreklerinde bu gücü duymayanların işe girişmemeleri çok daha iyi olur. Çünkü böyle bir durumda, hem kendilerini hem de ulusu aldatmış olurlar. Bir de söz konusu görev, resmî makam ve üniformaya sığınarak el altından yapılamaz. Böyle bir tutum, bir ölçüye değin yürüyebilir. Ama artık o dönem geçmiştir. Açıkça ortaya çıkmak ve ulusun hakları adına yüksek sesle bağırmak ve bütün ulusun, bu sese katılmasını sağlamak gerektir.
Benim, görevden çıkarıldığım ve her türlü sonuçla karşı karşıya bulunduğum kuşku götürmez. Benimle açıkça işbirliği yapmak, o sonuçları şimdiden kabul etmektir. Bundan başka, söz konusu ettiğim durumun istediği adam, daha birçok bakımdan da ille ben olabilecekmişim gibi bir sav yoktur. Yalnız herhalde, bu ülke çocuklarından birinin ortaya atılması zorunlu olmuştur. Benden başka bir arkadaş da düşünülebilir. Yeter ki o arkadaş, bugünkü durumun gerektirdiği yolda yürümeyi kabul etsin.” dedim.
Bu konuşma ve açıklamadan sonra, hemen bir karar almak uygun olmayacağından bir süre düşünmek ve özel konuşmalar yapabilmek için, görüşmelere son verdiğimi bildirdim.
Yeniden toplandığımızda, işin başında benim bulunmamı istediler ve kendilerinin bana yardımcı ve destek olacaklarını bildirdiler. Yalnız bir arkadaş, Münir Bey, önemli özrü dolayısıyla bir süre için kendisinin eylemli görev almaktan bağışlanmasını rica etti. Ben, görünüşte, görevden ve askerlikten ayrıldıktan sonra, şimdiye değin olduğu üzere üst komutanmışım gibi buyruklarımın yerine getirilmesinin başarı için temel koşul olduğunu söyledim. Bu da eksiksiz onaylandıktan sonra toplantıya son verildi.
Baylar, İstanbul’da Genelkurmay Başkanlığı katında, görevden ayrılan Cevat Paşa ile göreve başlayan Fevzi Paşa’dan ve İstihzaratı Sulhiye Komisyonu’nda26 çalışan İsmet Bey’den başlayarak Erzurum’a gelinceye değin, her yerde gördüğüm ve karşılaştığım komutan, subay, her türlü devlet adamı ve ileri gelen kişilerle burada, Erzurum’da yaptığım gibi görüşmeler ve anlaşmalar yapmıştım. Bunun yararını değerlendirebilirsiniz.
Erzurum’a varışımın ilk günlerinde Erzurum Kongresinin toplanmasını sağlamak için gerekli önlemleri almakla uğraşmaya önem verildi.
Baylar, Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneğinin, 3 Mart 1919 günü, bir çalışma kurulu meydana getirilerek kurulmuş olan Erzurum şubesi, Trabzon ile de anlaşarak 1919 yılı Temmuzunun onuncu günü Erzurum’da bir Vilâyatı Şarkiye Kongresi toplamaya girişti. Benim, daha Amasya’da bulunduğum günlerde, Haziran içinde, doğu illerine delege göndermeleri için öneri ve çağrı mektubu yolladı. İllerden delege getirilmesi için, o günden başlayarak benim Erzurum’a varışıma değin ve ondan sonra da bu konuda olağanüstü çaba gösterdi. Ancak o günlerin koşulları içinde, böyle bir amacın gerçekleştirilmesindeki güçlüğün büyüklüğü kolaylıkla anlaşılır. Kongrenin toplanma günü olan 10 Temmuz yaklaşmasına karşın, illerden gerekli delegeler seçilip gönderilmiyordu. Oysa bu kongrenin toplanmasını sağlamak artık pek önemli bir iş olmuştu. Bu nedenle, sağlam girişimlerde bulunmamız gerekti. İllerin her birine bildirimler yapmakla birlikte, bir yandan da gizli tellerle valilere, komutanlara gereği gibi bildirimler yapıldı. Sonunda on üç gün gecikmeyle yeterince delege toplanması başarıldı.
Baylar, ulusal çabayı ordunun desteklemesi ve askerî ve ulusal çalışmaları birbiriyle düzenli duruma getirmek, önemli bir konuydu. Trabzon’daki tümeni, komutan vekili yönetiyordu. Asıl komutan Halit Bey Bayburt’ta gizlenmişti. Halit Bey’i gizlendiği yerden çıkarmak iki bakımdan gerekliydi. Biri ve en önemlisi, İstanbul’a çağrılmanın ve bu çağrıya gitmemenin korkulacak, gizlenilecek bir yönü olmadığını ulusa ve özellikle askerlere göstererek onların yürek gücünü yükseltmek gerekiyordu. Bir de kıyıda önemli bir yer olan Trabzon’a, dışarıdan bir saldırı olursa oradaki tümenin başında ateşli bir komutan bulundurmak uygun olacaktı. Bunun için, Halit Bey’i Erzurum’a getirttim; ona, kendim özel bir yönerge verdikten sonra, gerektiğinde hemen tümenin başına geçmek üzere Maçka’da bulunması için buyruk verdirdim. Biz bu işlerle uğraşırken bir yandan da İstanbul’da Milli Savunma Bakanlığı katında bulunan Ferit Paşa’nın ve Padişahın, İstanbul’a dönmemi sağlamak için sürüp giden aldatıcı tellerine de türlü karşılıklar vermekle zaman yitirmek zorunda kalıyorduk.
Milli Savunma Bakanlığı: “İstanbul’a gel!” diyor. Padişah: “Önce hava değişimi al, Anadolu’da bir yerde otur ama bir işe karışma!” diye başladı. Sonunda, ikisi birlikte: “İlle gelmelisin!” dedi. “Gelemem.” dedim. En sonra 8-9 Temmuz 1919 gecesi, Saray’la açılan bir telgraf başı konuşması sırasında, birdenbire perde kapandı ve 8 Hazirandan 8 Temmuza değin, bir aydır süren oyun sona erdi. İstanbul, o dakikada benim resmî görevime son vermiş oldu. Ben de o dakika da 8-9 Temmuz 1919 gecesi 22.50’den sonra Milli Savunma Bakanlığına saat 23.00’dan sonra da Padişaha görevimle birlikte askerlik mesleğinden çekildiğimi bildiren telleri çekmiş oldum.
Durumu, ordulara ve ulusa kendim bildirdim. O günden sonra resmî görev ve yetkiden ayrılmış olarak, yalnız ulusun sevgisine, soyluluk ve cömertliğine güvenerek, onun bitmez verim ve güç kaynağından esin ve güç alarak, vicdan görevimizi sürdürdük.
(Atatürk Söylev’in bu bölümünde, askerî ve ulusal örgütler kurma konusunda sürekli yazıştığı ve olumlu yanıtlar aldığı İkinci Ordu Müfettişi Cemal Paşa’nın izinli olarak İstanbul’a gittiğini, ancak, akıl almaz bir çelişkiyle, geri dönmek yerine, orada kalıp Ali Rıza Paşa Kabinesinde Milli Savunma Bakanı olarak göreve başladığını anlatmaktadır. Kısa bir süre sonra Selahattin Bey de aynı çelişkili tutumu sergileyince, duruma tepki gösterme gereği doğmuş ve Atatürk, 7 Temmuz 1919’da yayımladığı bir genelge ile ulusal örgütlere dokunulamayacağı; güveni sarsan komutanların görevden alınacağı; hükümetin askerî ve ulusal örgütlerin dağıtılmasına yönelik olası buyruklarına uyulmayacağını duyurmuştur. Daha sonra, Albay Refet Bey’le olan yazışmalarına yer veren Atatürk, konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)
Baylar, ben askerlikten çekilince tüm Erzurum halkının ve Doğu İllerinin Haklarını Savunma Derneğinin Erzurum Şubesinin, bana karşı pek açık olarak gösterdikleri güven ve yakınlığın bende bıraktığı unutulmaz izlenimleri burada açıkça anmayı, bir ödev sayarım.
Derneğin Erzurum Şubesinden aldığım 10 Temmuz 1919 günlü yazıda, “Derneğin başına geçmemi ve Çalışma Kurulu Başkanlığını kabul etmemi öneriyorlar ve birlikte çalışmak üzere ayırdıkları beş kişinin adlarını bildiriyorlardı.” Bu beş kişi: Raif Efendi, Emekli Binbaşı Süleyman Bey, Emekli Binbaşı Kâzım Bey, Albayrak Gazetesi Müdürü Necati Bey, Dursunbeyoğlu Cevat Bey idi. Söz konusu ettiğim yazıda Rauf Bey’in de Çalışma Kurulu İkinci Başkanlığına seçildiği bildiriliyordu. O günlerde, Erzurum Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Raif Efendi ve üyeler Hacı Hafız Efendi, Süleyman Bey, Maksut Bey, Mesut Bey, Necati Bey, Ahmet Bey, Kâzım Bey ve yazman Cevat Bey idi.
Erzurum Şubesi, İstanbul’daki Genel Merkez Başkanlığına ulaştırmaya çalıştıkları bir telle, “Genel Merkez adına söz söyleme yetkisinin bana verildiğinin telle bildirilmesini” de rica ettiler. Bundan başka, bizim Erzurum Kongresine girmemizi kolaylaştırmak için, Kongreye Erzurum delegesi olarak seçilmiş olan Emekli Binbaşı Kâzım ve Dursunbeyoğlu Cevat Beyler delegelikten çekildiler.
Baylar, bildiğiniz gibi Erzurum Kongresi 1919 yılı Temmuzunun 23’ncü günü, pek gösterişsiz bir okul salonunda açıldı. İlk günü beni, başkanlığa seçtiler. Kongre üyelerini durum ve bir ölçü dek, düşünülenler üzerinde aydınlatmak için yaptığım konuşmada; Tarih ve olayların sürükleyişiyle, gerçekten içine düştüğümüz kanlı ve kara tehlikeleri görmeyecek ve bundan coşmayacak hiçbir yurtseverin düşünülemeyeceğini, belirttim. Silah Bırakışması koşullarına aykırı olarak yapılan saldırı ve salgınlarından söz açtım. Tarihin, bir ulusun varlığını ve hakkını hiçbir zaman tanımazlıktan gelemeyeceğini, bunun için de yurdumuzu, ulusumuzu kötüleyici yargıların yüzde yüz değerden düşeceğini söyledim. Yurt ve ulusun kutsal varlıklarını kurtarma ve koruma konusunda, son sözü söyleyecek ve bunun gereğini yaptıracak gücün, bütün yurda bir elektrik ağı gibi yayılmış olan ulusal akımdan doğan yiğitlik ruhu olduğunu söyledim. Yürek gücünün artırılmasına yaramak üzere de bütün kıyım görmüş ulusların, ulusal amaçlarına ulaşmak için -içinde bulunduğumuz gündeki- çalışmaları üzerine elde edilen kimi bilgileri özetledim. Ve ulusun yazgısında, sözünü yürütecek bir ulusal istencin ancak Anadolu’dan doğabileceğini belirttim ve ulusal istence dayanan bir ulusal kurul oluşturulmasını ve gücünü ulusal istençten alacak bir hükümetin kurulmasını ilk çalışma ereği olarak gösterdim.
Baylar, Erzurum Kongresi 14 gün sürdü. Çalışmasının sonucu, düzenlediği tüzük ve bu tüzüğün içindekileri kamuya duyuran bildiriden oluşmaktadır. Bu tüzük ve bildiri, o zamanın ve çevrenin gerektirdiği ikinci derecede düşünceler çıkarılarak incelenirse birtakım köklü ve geniş kapsamlı ilkeleri ve kararları ortaya koyabiliriz. İzin verirseniz bu ilkelerin ve kararların, bence, daha o zaman nelerden oluştuğunu açıklayayım:
- Ulusal sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz.
- Ne türlü olursa olsun, yabancıların topraklarımıza girmesine ve işlerimize karışmasına karşı ve Osmanlı Hükümetinin dağılması durumunda ulus, birlikte direnecek ve savunacaktır.
- Yurdun ve bağımsızlığın korunmasına ve güvenliğin sağlanmasına İstanbul Hükümetinin gücü yetmezse, amacı gerçekleştirmek için, geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet üyeleri, ulusal kongrece seçilecektir. Kongre toplanmamışsa bu seçimi Temsilciler Kurulu yapacaktır.
- Kuva-yi Milliyeyi etken ve ulusal istenci egemen kılmak temel ilkedir.
- Hıristiyan azınlıklara siyasal üstünlük ve toplumsal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.
- Yabancı devletlerin güdümü ve koruyuculuğu kabul olunamaz.
- Millet Meclisinin hemen toplanmasını ve hükümet işlerinin Meclis denetiminde yürütülmesini sağlamak için çalışılacaktır.
Bu ilke ve kararlar türlü türlü yorumlanmışsa da temel nitelikleri hiç değiştirilmeksizin uygulanabilmiştir.
Baylar, biz, kongrede özetlediğim bu kararları ve bu ilkeleri saptamaya çalışırken Sadrazam Ferit Paşa da ajanslarla birtakım demeçler yayımlıyordu. Bu demeçlere, Sadrazamın ulusu ihbar etmesi dense yeridir. 23 Temmuz 1919 günlü ajansla, dünyaya şunu duyuruyordu: “Anadolu’da karışıklık çıktı. Anayasaya aykırı olarak Mebuslar Meclisi adı altında toplantılar yapılıyor. Bu işlerin sivil ve askerî görevlilerce yasak edilmesi gerekir.” Buna karşı gereken önlemler alındı ve Mebuslar Meclisinin toplantıya çağrılması istendi. Ağustosun yedinci günü Kongre toplantısını kapatırken Kongre üyelerine: “Önemli kararlar alındığını ve bütün dünyaya ulusumuzun varlık ve birliğinin gösterildiğini” söyledim ve “Tarih, bu Kongremizi çok az görülebilen büyük bir eser olarak yazacaktır.” dedim. Sözlerimin yersiz olmadığını, zaman ve olayların kanıtladığı kanısındayım, Baylar.
(Atatürk burada, Erzurum Kongresinin, tüzük gereğince oluşturduğu Temsilciler Kurulunu açıklamaktadır: Mustafa Kemal (Eski Üçüncü Ordu Müfettişi, askerlikten çekilmiş), Rauf Bey (Eski Bahriye Nazırı)29, Raif Bey (Eski Erzurum Milletvekili), İzzet Bey (Eski Trabzon Milletvekili), Servet Bey (Eski Trabzon Milletvekili), Şeyh Fevzi Efendi (Erzincan’da Nakşî Şeyhi), Bekir Sami Bey (Eski Beyrut Valisi), Sadullah Efendi (Eski Bitlis Milletvekili), Hacı Musa Bey (Mutki Aşiret Başkanı))
Baylar, yeri gelmişken şunu bilginize sunayım ki bu kişiler hiçbir zaman bir araya gelip birlikte çalışmış değildir. Bunlardan İzzet, Servet, Hacı Musa Beyler ve Sadullah Efendi hiç gelmemişlerdir. Raif ve Şeyh Fevzi Efendiler, Sivas Kongresine katılmışlar ve ondan sonra biri Erzurum’a, ötekisi Erzincan’a dönerek bir daha aramıza katılmamışlardır. Rauf Bey ve Sivas Kongresinde aramıza katılan Bekir Sami Bey, İstanbul’daki Mebuslar Meclisine gidinceye dek, bizimle birlikte bulunmuşlardır.
Baylar, anı olarak küçük bir noktaya da dokunmak isterim. Benim bu Erzurum Kongresine üye olarak girip girmeyeceğim düşünülmeye değer görüldüğü gibi, Kongreye katıldıktan sonra da başkan olup olmayacağım üzerinde duraksayanlar bulunmuştur. Bu duraksayanlardan kimilerinin düşüncelerini iyi niyetlerine ve içtenliklerine yormakla birlikte, başka birtakım kimselerin bu konuda içtenlikten büsbütün uzak olduklarına, tersine büyük kötülük amacı güttüklerine daha o zaman kuşkum kalmamıştı. Örneğin, düşman casusu olup her nasılsa Trabzon ili içinde bir yerden kendini Kongreye delege göstertip gelen Ömer Fevzi Bey ve bunun arkadaşları gibi. Bu kişinin hainliği, sonradan Trabzon’daki ve oradan kaçtıktan sonra İstanbul’daki işleri ve davranışlarıyla kesin olarak anlaşılmıştır.
Kongrenin bitiminden iki üç gün önce başka bir tartışma da söz konusu olmaya başlamıştı. Kimi yakın arkadaşlarım, benim Temsilciler Kuruluna girip açık olarak çalışmamı sakıncalı görüyorlardı. Düşünceleri şu noktalarda özetlenebilir: “Ulusal girişim ve çalışmaların bütün anlamıyla ulustan doğduğunu, gerçekten ulusal olduğunu göstermek gerekir. Böyle olursa girişimler daha güçlenir ve kimsenin kötü yorumuna ve özellikle yabancıların olumsuz düşüncelerine yer kalmaz. Ama tanınmış ve hele İstanbul Hükümetine ve Halifelik ile Padişahlığa karşı başkaldırıcı durumuna düşmüş; saldırı noktası olan benim gibi bir adamın, bütün bu ulusal girişimlerin başında bulunduğu görülürse çalışmaların ulusal amaçlar yolunda olmaktan çok, özel istekleri gerçekleştirmek için olduğu kanısına yol açabilir. Bunun için, Temsilciler Kurulu üyeleri, illerle bağımsız sancakların seçeceği kişiler olmalıdır. Ancak böylelikle, ulusal bir güç gösterilebilir.”
Bu düşüncelerin yerinde olup olmadığını araştıracak değilim. Yalnız benim de bu düşüncelere karşı olan düşüncelerimin dayanak noktalarından kimilerini sayayım: Öncelikle ben, ne olursa olsun, Kongreye katılmalı ve onu yönetmeliydim. Çünkü zaman geçirmeksizin, ulusal istencin işler duruma getirilmesini ve ulusun kendi başına silahlı ve eylemli olarak önlemler almaya başlamasını sağlamak zorunluluğuna inanıyordum. Bu temel ilkeleri benimsetip karara bağlatabilmek için, Kongrede çalışmayı ve yönetici olarak üyeleri aydınlatmayı çok gerekli görüyordum. Nitekim öyle oldu. Erzurum Kongresinin, daha önce açıkladığım ilke ve kararlarını herhangi bir Temsilciler Kurulunun uygulatabileceğine benim güvenim olmadığını, açıkça söyleyebilirim. Nitekim zaman ve olaylar beni doğrulamıştır. Bundan başka, daha Amasya’da iken kararlaştırdığım ve bütün ulusa her türlü araçlarla duyurttuğum Sivas Genel Kongresinin toplanmasını sağlamak, bütün ulusu ve yurdu tek bir kurulla temsil etmek, sonra yalnız doğu illerini değil, yurdun bütün parçalarını aynı dikkat ve duyarlıkla savunma ve kurtarma yollarını bulmaya çalışmak gibi işleri, herhangi bir kurulun başarabileceği kanısında olmadığımı açıkça söylemek zorundaydım. Çünkü bende böyle bir kanı bulunsaydı, işe giriştiğim güne dek, bu konuda girişim yapan ve uğraşanların çalışma sonuçlarını bekleyerek görevimden çekilmemek yolunu tutardım. Hükümet, Padişah ve Halifeye karşı başkaldırmayı gerekli görmezdim. Tersine ben de kimi ikiyüzlü ve iki yanlılar gibi dış görünüşü pek parlak ve gösterişli olan, o günün ordu müfettişliğini ve Padişah Hazretlerinin yaverliği sanını elden bırakmazdım. Gerçi benim açıkça ortaya atılmamda ve bütün ulusal ve askerî işlerin başına geçmemde kuşkusuz sakınca vardı. Ama o sakınca, başarısızlığa uğradığımda herkesten önce ve herkesten çok benim en büyük cezaya çarptırılmamdan başka bir şey olabilir miydi? Oysa bütün yurdun ve koskoca bir ulusun, ölüm kalımı söz konusu olurken yurtseverim diyenlerin kendi sonlarını düşünmelerine yer var mıdır?
Baylar, ben kimi arkadaşlarca ileri sürülen düşünce ve kuruntulara uysaydım, iki bakımdan büyük sakıncalar doğacaktı. Birincisi; düşüncelerimde, kararlarımda ve bütün kişiliğimde tutarsızlık ve yetersizlik olduğunu açığa vurmak ki bu davranış, benim vicdan buyruğu ile üstlendiğim görev bakımından düzeltilemeyecek bir yanılgı olurdu.
Baylar, tarih, söz götürmez bir şekilde ortaya koymuştur ki büyük işlerde başarı için yeteneği ve gücü sarsılmaz bir başkanın varlığı çok gereklidir. Bütün devlet büyüklerinin umutsuzluk ve güçsüzlük içinde… bütün ulusun başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada, yurtseverim diyen bin bir çeşit kişinin, bin bir türlü tutum ve inanç gösterdiği kargaşalı bir zamanda danışmalarla, birçok saygın ve güçlü kişilerin sözlerine uyma zorunluluğuna inanmakla, sağlam, esaslı ve özellikle sert yürünebilir mi ve en sonunda ulaşılması çok güç olan hedefe varılabilir mi? Tarihte, buna ulaşmış bir topluluk gösterilebilir mi? İkincisi Baylar; ulus, ülke, siyaset ve ordu yöneticiliğinde hiç bulunmamış ve bu alanda değeri belirmemiş ve denenmemiş gelişigüzel kişilerden, örneğin, Erzincanlı bir Nakşî Şeyhi ve Mutkili bir aşiret başkanı gibi zavallılardan da kurulabilecek herhangi bir Temsilciler Kuruluna, söz konusu durum ve görev bırakılabilir miydi? Bırakıldığında yurdu ve ulusu kurtaracağız, dediğimiz zaman, ulusu ve kendimizi aldatmış olmak gibi kötü bir yanılgıya düşmeyecek miydik? Böylesine bir kurula, perde arkasından yardım edilebileceği düşünülse bile bu yöntem, güvenilir sayılabilir miydi?
Bu söylediklerimin, o günlerde değilse bile, artık bugün, bütün dünyaca kabul edilebilecek gerçeklerden olduğuna hiç kuşkum yoktur. Bununla birlikte ben, bu söylediklerimi o günlerden kalma kimi anı ve belgelerle burada doğrulamayı, gelecek kuşakların siyasal ve toplumsal eğitimi bakımından ödev sayarım. Bu dakikaya değin olduğu gibi buradan sonra da sözünü edeceğim olaylar dolayısıyla, bu yön, kendiliğinden aydınlanmaya başlayacaktır.
Baylar, Erzurum Kongresinin bitiminde, Ferit Paşa’dan sonra Milli Savunma Bakanlığına yeni geldiği anlaşılan bir Nâzım Paşa imzasıyla, 15. Kolordu Komutanlığına 30 Temmuz 1919 günü şöyle bir buyruk geldi:
Mustafa Kemal Paşa ile Refet Bey’in Hükümet kararlarına karşı gelmelerinden ötürü hemen yakalanarak İstanbul’a gönderilmeleri, Bâbıâlice uygun görülüp ilgili görevlilere gerekli buyruklar verildiğinden, kolorduca önemle yardım edilmesi ve sonucundan bilgi verilmesi rica olunur.
Bu buyruğa, Kolordu Komutanlığınca gereği gibi yanıt verildi. Bu yanıtı öteki komutanlara da, olduğu gibi gönderterek dikkatlerini çektirdim.
Kongre bildirisi, yurt içinde her yere ve yabancı devlet temsilcilerine türlü yollarla bildirildi. Tüzük de komutanlara ve başka güvenilir makamlara gizli tel ile bölüm bölüm verilerek bulundukları yerlerde basılıp çoğaltılmasına ve yayımının sağlanmasına çalışıldı. Bu iş, doğal olarak günlerce sürdü. Bununla ilgili olarak Sivas’ta Üçüncü Kolordu Komutanı Selahattin Bey’den, 22 Ağustos 1919 günlü aldığım bir telde: “Tüzüğün ikinci ve dördüncü maddelerinin yayımını sakıncalı bulduğu, bir kez daha incelenmesi gereği” bildiriliyordu. İkinci madde – Birlik olarak savunma ve direnme ilkesinin kabul edildiğine; Dördüncü madde – Geçici yönetim kurulabileceğine ilişkin maddelerdir.
Biz Erzurum’da, Kongre kararlarının her yerde anlaşılmasını ve birlikte uygulanmasını sağlamaya çalışırken “Karakol Cemiyetinin Teşkilâtı Umumiye Nizamnamesi”30 ve “Karakol Cemiyeti Vezaifi Umumiye Talimatnamesi”31 diye basılı birtakım kâğıtların, bütün orduya, komutanlara, subaylara ve herkese dağıtıldığı bildirildi. Bu yönetmeliği okuyan, bana en yakın komutanlar bile, bu işi benim yaptığımı sanarak iyiden iyiye kuşku ve duraksamalara düşmüşler. Benim, bir yandan kongrelerle açık olarak ulusal ortak çalışmalar yaparken, bir yandan da gizemli ve korkunç bir komite kurmakla uğraştığım kanısına kapılmışlar. Gerçi bu işleri ve girişimleri yapanlar, ki İstanbul’da bulunuyorlarmış, her şeyi benim adıma ve hesabıma yapmaktaymışlar.
Karakol Derneğinin Genel Kuruluş Tüzüğü’ne göre, genel merkez üyeleri ve sayıları, toplanma yerleri ve nasıl toplandıkları, nasıl seçilip görevlendirildikleri kesin olarak gizli ve saklı tutulur. Bir de en ufak bir gizi açığa vuran ya da Karakol Derneğine tehlike getiren ve dahası tehlike getirici bir kuşku uyandıran, hemen asılır. Genel Görevler Yönetmeliği’nde de “bir ulusal ordu”dan söz ediliyor ve “Bu ordunun başkomutanı ve genelkurmay başkanı, ordu, kolordu ve tümen komutanları ve kurmayları seçilmiş ve atanmış olup gizli ve saklı tutulur. Bunlar, görevlerini gizli olarak yaparlar.” deniliyordu. Baylar, hemen komutanları uyardım; bu tüzük ve yönetmelik kararlarını kesinlikle uygulamamaları gerektiğini ve bu girişimin kaynağını araştırmakta olduğumu bildirdim. Sivas’a varışımdan sonra, oraya gelen Kara Vasıf Bey’den anladım ki bu işi yapan kendisi ve kimi arkadaşlarıymış.
Kesinlikle, böyle bir davranış doğru değildi. Herkesi asmakla korkutarak bilinmeyen bir merkezin, bilinmeyen bir başkomutanın, bilinmeyen birtakım komutanların buyruklarına uymaya zorlamak, çok tehlikeliydi. Gerçekten orduda görevli herkeste, hemen birbirlerine karşı güvensizlik ve bir korku başladı. Örneğin, herhangi bir kolordu komutanının, “Benim komutam altındaki kolordunun, acaba saklı ve gizli komutanı kimdir? Bu gizli komutan, acaba ne zaman ve nasıl komutanlığı ele alacak ve acaba bana karşı nasıl davranacak?” gibi birtakım haklı kuruntulara kapılması beklenilmez değildir.
Sivas’ta Kara Vasıf Bey’e, gizli merkezin, gizli başkomutanın ve gizli genelkurmay başkanının kimler olduğunu sorduğum zaman, “Hepsi siz ve arkadaşlarınızdır.” yanıtını vermişti. Bu, beni büsbütün şaşırtmıştı. Bu karşılık, elbette, akla ve mantığa uygun olamazdı. Çünkü hiç kimse bana böyle bir düzen ve kuruluştan söz açmış ve benden bu iş için izin almış değildi. Bu derneğin daha sonra, özellikle İstanbul’da, bu ad altında çalışmasını sürdürmeye çabaladığı anlaşıldıktan sonra, kuruluşunda ve sıkışınca bize vermek zorunda kaldıkları bilgilerin doğruluğunda iyi niyet ileri sürülemez.
İstanbul Hükümetini, ulusal girişimleri önlemekten vazgeçirmek, başarıyı çabuklaştırmaya ve kolaylaştırmaya yarayacağı için önemliydi. Bu düşünceyle, Ferit Paşa’nın doğal olarak hiçbir başarı sağlayamadan, hemen hemen onuru kırılmış bir durumda İstanbul’a dönüşünden yararlanarak, kendisine 16 Ağustos 1919 günü gizli bir tel yazdım.
(Atatürk bu telde, İstanbul Hükümetinin, ulusal akıma karşı gelmek yerine, ona dayanacak yönde bir siyaset izlemesi gerektiğini belirtmektedir.)
Karakol Derneğinin Genel Görev Yönetmeliği
Karakol Derneğinin Genel Kuruluş Tüzüğü
Eski Donanma Bakanı
Ulusal Güçler
Doğu İlleri Kongresi
Barış Hazırlıkları Komisyonu
Eski adı, Karesi
Barış ve Esenlik Partisi
Bayındırlık Bakanı
SÖYLEV (1919-1927) ve DEMEÇLER (1928-1938) syf: 33-49