Sakarya Harbi’nin en şiddetli günlerinden birinde idik. Akşam olmuş, etraf kararmış, silah sesleri de kesilmişti. Atatürk’le beraber gemici feneri ışığında cephelerden gelen telgraf, şifre ve haberleri değerlendiriyorduk. Bir cepheden haber gelmemişti. Geciken bilgi için Atatürk sabırsızlanıyorlardı. Telgraf başına gitmek istediler. Hem bekledikleri haberi almak, hem de bazı emirler vermek istiyorlardı. Elimize gemici fenerini alarak telgraf makinesinin bulunduğu çadıra yöneldik.
Çadıra yaklaşırken muhabere subaylarının yıpranmış ve bozuk aletlere, eskimiş batarya ve pillere küfürler yağdırdıklarını duyduk.
Tabii ki subaylar haklı idi. O kadar yokluk içinde çalışılıyordu ki, yemek olarak bile dağıtılan sadece yarım kuru çavdar ekmeği ve beşer tane zeytindi. Tabii bu yokluk içinde telefon ve telgraf makineleri kırık dökük şeylerdi. Teller fare kemirmiş gibi, eski ve yıpranmış aletler bin çaba ve uğraşma ile çalıştırılabilecek kadar harap ve kırık dökük şeylerdi. Haklı olarak subaylar da her şeye küfrediyorlardı.
Ben, bu küfürleri duyunca utancımdan ne diyeceğimi şaşırdım. Ata da biraz yavaşladı. Fakat çadıra biraz daha yaklaşınca küfürler iyice kabalaşmıştı.
Çadıra iyice yaklaşmıştık ki, Ata, şöyle bir durdu ve bana dönerek, “Küfür müfür ederler amma, yine de görevlerini yaparlar değil mi çocuk? Bırak fazla sıkıştırmayalım çocukları” diyerek, küfürlerin arasında çadıra girmemiş, en sıkışık ve acil durumda dahi subayların mahçup olmasına gönlü razı olmayarak çadırlarına geri dönüp haberlerin gelmesini orada beklemişlerdi.
23 Ağustos-13 Eylül 1921
Muzaffer Kılıç’tan
Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, Yurdakul Yurdakul