Harp Okulu’nun üçüncü sınıfına hâdisesiz olarak geçmiştik. Mustafa Kemal, Selânik’e sılaya gitmiş, sevgili annesine kavuşmuştu. Biz de Salacak’taki kira evini bırakmış, Kuzguncuk’ta set üzerinde denize nâzır olan yeni evimize taşınmıştık. Mustafa Kemal Selânik’e hareket etmeden önce, bir
kaç gece bizde misafir kalmış, Avrupa’dan dönmüş olan annem Zekiye hanımla da tanışmıştı. Gündüzleri Boğaz’da gezintiler yapıyor, akşamları eve dönüyorduk. Yemekten önce bir
kaç şişe bira içtiğimiz de oluyordu. Arkadaşım birayı çok
seviyordu. O zamana kadar ağzına rakı almamıştı.
Üçüncü sınıfta derslere başladığımız zaman artık genç
dimağlarımız derslerden başka şeylerle de ister istemez meşgul oluyordu. Günde kaç defa «Padişahım çok yaşa!» diye barbar bağırdığımız devrin Padişahı Sultan Abdülhamid II. gözümüzden yavaş yavaş düşüyordu. Tıbbiye’deki genç ve aydın
hürriyet taraftarlarının sürgünlere gönderilip ocaklarına incir
dikildiğini duydukça âdeta feveran ediyorduk. Bir gün bizim
de başımıza böyle bir şey gelebilirdi. Devlet idaresinin iyi işlemediğini, suistimallerin alıp yürüdüğünü, memurların ve
subayların maaşlarını alamadıklarını, buna mukabil saraya
mensup sırmalı hafiyelerle tevabilerine maaşlarından başka
keseler dolusu altın verildiğini haber aldıkça, Sultan Hamid’e
esasen pek de kuvvetli olmayan güvenimiz büsbütün sarsılıyordu.
Ordunun fena eller idaresinde değer ve itibarını kaybettiğini görüyorduk. Merkezi Şam’da bulunan 5. Ordu’da seri
ateşli toplar bile yoktu. Talimler, ancak Nuhunebîden kalma
toplarla yapılabiliyordu.
Donanma da kara ordusundan pek farklı değildi. Sultan
Aziz devrinin muazzam armadasından hazin bir hâtıradan
başka bir şey kalmamıştı. Toplarının kamaları çıkarılmış, gemiler Haliç’te âdeta çürümeye mahkûm edilmişti. 1897’de Donanmanın Çanakkale Boğazı’ndan çıkması hâdise olmuştu.
Yolda savaş gemileri birbirlerini kaybetmişler, kazanlar patlamıştı. Hattâ şiddetli yağmurlarda deniz subaylarının, kamaralarından içeri giren sulardan kendilerini muhafaza için
şemsiye ile oturdukları rivayet olunuyordu. Fakat kimse ortaya çıkıp:
— Nereye gidiyoruz, memleketi nereye götürüyorsunuz?
Diye soramıyordu, sormak cesaretini gösteremiyordu.
Şarkın alışık olduğu miskin bir tevekkül içinde susuyordu.
Çünkü Padişahtan ve onun hafiyelerinden korkuyorlardı.
Hürriyet taraftarlarının âdeta omuzlarına basarak 31 ağustos 1876 da tahta çıkan Sultan Hamid, en müstebit hükümdarlardan biri olmuştu. Memlekette hürriyet yoktu. Biz genç
Harbiydiler, Fransız ihtilâli Beyannamesi’nde insan hak ve
hürriyetlerine verilen önemi gizli de olsa okumuş ve öğrenmiştik.
Ali Fuat Cebesoy – Sınıf Arkadaşım Atatürk – syf: 32-33