Yüzyıllar, Türk halkı içerisinde en çok Türk köylüsünün ezilmişliğine
tanıklık etmiştir. Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan
köylüdür diyen ATATÜRK, köylünün ihmal edilmişliğini bir türlü
kabullenememiştir. Yapılmış olan haksızlıkları 1 Mart 1922’de Büyük Millet
Meclisinde yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirmiştir:
“Efendiler!… Yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek
kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan
beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman
aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına
karşı iyilik bilmezlik, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek
istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek
durumumuzu alalım.”
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ATATÜRK bu sözlerinin takipçisi
olmuştur. Devletin her kuruşa muhtaç olduğu kuruluş döneminde devlet
bütçesinin yarısını oluşturan aşar vergisini kaldırarak köylüyü vergi yükünden
kurtarmış, örnek çiftlikler kurmak, ucuz kredi vermek, tohum dağıtmak,
üretime yönelik eğitimi köylünün ayağına götürmek gibi hizmetlerle de
yüzyılların haksızlıklarını biraz olsun gidermek için çalışmıştır. Mesajı
değiştirilmeden kısaltmalar yapılarak verilen aşağıdaki anekdot; Türk
köylüsünün geçmişteki durumunu ve ATATÜRK’ün bu konudaki bakış açısını
yansıtan düşündürücü bir örnektir:
Yıl 1936
ATATÜRK, Selânik günlerinde çocukluk arkadaşı olan Nuri Conker ile
birlikte bir gün köşkten gizlice bir otomobille ayrılır.
Yolda, otomobilin tentesini de açtılar. Güzel bir eylül sonu akşamı;
sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Hava ılıktı,
görüntü güzeldi ve her şey düzeninde işliyordu.
Birden ATATÜRK’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye
takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Ama sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları
yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep
vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa vuruyordu. ATATÜRK şoföre:
-Dur!… dedi.
İndiler. Çift süren köylü yoldan uzak değildi. ATATÜRK elini arka cebine
götürüp sigara tabakasını çıkardı; sonra köylüye seslendi:
-Kolay gelsin ağa!…
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
-Eyvallah, eyvallah…
ATATÜRK, baştan seslendi:
-Ateşin var mı, ateşin?
Bu kez köylü sesten yana döndü. ATATÜRK elindeki yanmamış
sigarayı gösteriyordu…
-Tiryakisin bey galiba? Tiryaki, tiryakinin hâlinden anlamalı…
-Eh… Kirbiti unutmuşuz da…
ATATÜRK bir sigara uzattı, köylü de çakmağı çakıp fitili ateşledi. Tatlı
bir yanık kokusu tüten fitilden sigaraları yaktılar. ATATÜRK:
-İşler nasıl ağa? dedi. Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?
Köylü isteksiz isteksiz konuştu:
-Tanrı’nın gücüne gitmesin ama bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin
acığı bizde, acığı yukarıda! -Parmağıyla gökyüzünü gösteriyordu -Biz geç
davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte…
-Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu.
Öküzün yok mu senin?
-Var olmasına var ya, hıdırellezde vergi memurları sattılar…
-Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey!
Muhtara şikâyet etseydin…
Köylü güldü:
-Muhtar başında deel miydi memurun a bey?
ATATÜRK dudaklarını kemirerek konuştu:
-Sen de kaymakama gitseydin!
Köylü iyice güldü:
-Sen de benle gönül mü eyleyon beyim, kaymakamın habarı olmadan
bizim buralarda kuş bile uçmaz. Geçti o eski devirler. Şimcik ATATÜRK’ümüz
var başımızda!
ATATÜRK konuşmayı sürdürdü.
E peki İstanbul şuracıkta… Gideydin valiye anlataydın derdini… Onun işi
bu değil mi?…
-Bırak şu sagari allâsen, biz onun buralardan çok gelip geçtiğini gördük.
Yakasına yapışsak, acep derdimizi duyurabilir miyiz?
ATATÜRK iyice giyinmişti! Ama köylünün konuşması da çok hoşuna
gidiyordu. Sordu:
-Adın ne senin ağa?…
-Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…
Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim
bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun…
Hadi, kaymakam şöyle, vali böyle diyelim, e peki bir Başvekil İsmet Paşa var
bilir misin?…
-Bilmez olunur mu beyim!…
-Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşkü’ne
iniyor. Köşk de şuracıkta… Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin
ona… Her hâlde çaresini bulurdu.
Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyon galim. Ama bak şinci
tutalım gittim vardım; beni o kapıya komazlar ya…
Tutalım kodular koskoca İsmet Paşamıza göstertmezler ya!
Tut ki gösterdiler, ya ona hâlimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı,
hiç işitmez canım!
-E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Demin, ATATÜRK’ümüz
var başımızda dedin ya…O da koca yaz şuracıkta oturup duruyor. Gitseydin,
çıksaydın önüne, anlatsaydın hâlini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!…
Köylü iyice keyiflenmiş, keh keh gülüyor, karşısındakinin bilmezliğine
acımış gibi bakıyordu:
-Sen ne diyon bey?… Mustafa Kemal Paşa ATATÜRK’ümüzün yüzünü
görmek için peygamber gücü gerek… Temin dedik ya, tut ki gördük, yiyip
içmekten, işinden, gücünden başını kaldırıp bizim öküzümüzün arkasından mı
seyirtecek?…
ATATÜRK köylünün omzuna elini koyarak:
-Senden hoşlandım Halil Ağa, dedi. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranın
içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını
kimsede bırakma, ara!…
Dönüp arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurluyordu:
-Meraklanma beyim, evellallah heç kimse bizim hakkımıza el
değdiremez. Devlet borcudur, ödenecek!… Ekime geç davranmışın gök
rahmetini esirgemiş, dinler mi devlet baba?… Helâl olsun!…
Otomobil hareket etti. Bir süre gittiler, sonra ATATÜRK Nuri Conker’e.
-Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin! dedi. Döndüler. ATATÜRK
susuyor, düşünüyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder
vardı.
-Yahu çocuk, şu Halil Ağanın vergi borcundan öküzünü satmışız,
merkeple çift sürüyor; hâlâ da “devlet baba” diyor. Ne mübarek millet bu
millet!…
ATATÜRK yavere:
-Şimdi, dedi, İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa, bunların
hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca
Vali Muhittin Üstündağ ile, Başvekil İsmet Paşayı bul, onlara da haber ver.
Yaver odadan çıktı. ATATÜRK Nuri Conker’e döndü:
-Beri bak Nuri!… Şimdi sen de bizim çıktığımız araba ile çıkıp o Halil
Ağayı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir
adam falan dersin. Seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle,
kandır. Kuşkulandırmadan al gel buraya.
O akşam ATATÜRK’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,
milletvekilleri, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yirmi beş kişi kadardılar.
ATATÜRK bir ara:
-Bu akşam soframıza “Efendimiz gelecek” dedi. Kendisine nasıl
davranacağınızı görmek isterim!…
Halil Ağa kapıdan görününce. ATATÜRK ayağa kalktı. Kalkması ile
bütün sofra gür diye ayağa kalkıştılar. ATATÜRK:
-Hoş geldin Halil Ağa! dedi. Sonra masadakilere dönüp tanıttı. İşte
beklediğimiz efendimiz!
Conker, Halil Ağayı ATATÜRK’ün sağ başına oturttu, kendisi de ayrılan
sandalyeye geçti. ATATÜRK sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte
nasıl çıktığını, Halil Ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift
sürerken nasıl gördüğünü sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisiyle
konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra:
-Efendimizin hâlini gördünüz beyler? Devlet size böyle davransa, ne
yaparsınız?
Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında “adam olmak”
bize düşüyor.
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Gözler ATATÜRK’e dönmüştü.
-Halil Ağanın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da
bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağanın öküzünü satıyor.
İkisi de bence bir… Böyle bir kanun yaptıysak, memleket çıkarlarına aykırıdır,
nasıl yaparız? Eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa hükûmet nasıl bir
yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı
var. Bitlis’i var. Kıyı bucak ilçesi var, acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi
dönmüyor beyefendiler!
Biz cumhuriyeti süs olsun diye yapmadık; halktan yana bir idare kurmak
için yaptık. Hükûmetin müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar
Halil Ağanın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek
olduğunu elbette bilmeleri gerekli… Bunlar, size hiçbir şey söylemiyor, Halil
Ağanın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar!…
Ne demektir bu?
Biz cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor!
İsmet Bozdağ; Atatürk’ün Fikir Sofrası, Tekin Yayın Evi, İstanbul, 1999, s.
23-45.