İhsan Sabri Çağlayangil anlatıyor:
1933 yılı 29 Ekim gecesi, herkes Cumhuriyet’in 10. yılını kutluyor. Atatürk o sırada Türk Ocağı’nda yabancı diplomatlara yemek veriyor; davetliler gecenin ilerleyen saatlerinde birer ikişer dağıtılıyorlar; Atatürk, yakın arkadaşları Salih Bozok, Kılıç Ali, Nuri Conker’i kastederek:
“Bizimkiler nerede?” diye sorar.
Tevfik Rüştü Aras (Dışişleri Bakanı) Ziraat Bankası salonundaki baloda olduklarını söyler.
Hep beraber Ziraat Bankası’nın balo salonuna giderler. İçerisi tıklım tıklımdır, Atatürk gelince herkes alkışlar;
“Yaşa Gazi Paşam!” şeklinde tezahürat yapar. Atatürk, halkıyla sohbet etmeyi çok sevdiği için sandalye ve masa ister ki isteyenler ona sorularını sorabilsinler. Soru sormak için gelen kişilerden biri, Zeki isimli 25 yaşlarında bir doktordur. Şunu sorar:
“Gazi paşam! Saltanatı kaldırdık, hilafeti meclisin manevi şahsiyetinin içine aldık; bunlar yapılana kadar bir milletin ideali olabilirler; fakat yapıldıktan sonra yeni bir düzen kurulu ve işler. Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi, ideal değildir; iyi işlemesini sağlamaya mecburuz! Yaptığımız öteki devrimler de yapıldığı an ideal olmaktan çıkar. Artık ideallerimiz, yaşadığımız gerçekler hâline dönüşmüştür. İyi ya da kötü sonuç vermesi bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler. Ama bir de milletlerin babadan oğla sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız! Yahut benim bundan haberim yok! Bunu bize açıklar mısınız Gazi Hazretleri?”
Atatürk bu soruya şöyle cevap verir:
“Bunlar vicdanımıza yazılmış gerçeklerdir; konuşulmaz, yaşanır! Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır, ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz; millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla her şeyi görüyorsak, ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız… Ben, devlet başkanıyım! Sorumluluklarım vardır! Bu sorumluluklarım altında konuşamam! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.”
Sonra, Atatürk halkın Cumhuriyet Bayramı’nı tekrar kutlar ve Dr. Zeki’yi yanına alarak genel müdürün odasına çıkar. Atatürk’ün arkasında, duvarda, bir Türkiye haritası vardır. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye:
“Benim arkamdaki haritayı görüyor musun?”
“Evet Paşam.”
“O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var, onu da görüyor musun?”
“Evet, görüyorum Paşa Hazretleri”
“Hah! İşte o ağırlık benim omuzlarım üstündedir. Omuzlarım üstünde olduğu için, ben konuşamam! Düşün bir kere. Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün bunlar vardılar. Dünyaya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı? Demek hiçbir şey sür-git değildir! Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacaktır. Devletler ve milletler, bu idrakin içinde olmalıdırlar.
Bugün, Sovyet Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir! Bizim, bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız! ‘Hazır olmak’ yalnız o günü susup beklemek değildir; ‘hazırlanmak lazımdır’. Milletler, buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür!
Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim, onlara yaklaşmamız gerekli…
Tarih bağı kurmamız lazım… Folklor bağı kurmamız lazım… Dil bağı kurmamız lazım…
Bunları kim yapacak? Elbette biz! Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, ‘Dil Encümenleri’ , ‘Tarih Encümenleri’ kuruluyor. Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hâle geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda; tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli. İşte bunu sağlamak için de ‘Türkiyat Enstitüsü’nü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir. İşitiyorum: benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız:
‘Paşanın işi yok! Dil ile tarih ile uğraşmaya başladı.’ diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın. Ben bugünün çağdaş Türkiye’sini kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız. Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum… Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran, çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap! İdealler konuşulmaz, yaşanır! İşte senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum!”
Gece ilerlemişti. Atatürk arkadaşları ile birlikte, bulvara çıktığı zaman taze bir sabah Ankara göklerinde ışımaya başlamıştı.
Anılarla Atatürk, İstanbul Görsel Yapım Prodüksiyon