Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasını ve açılmasını sağlamak için çalıştığımız günlerde bizi en çok uğraştıran, Düzce, Hendek, Gerede gibi Bolu bölgesindeki yerlerden başlayıp Nallıhan, Beypazarı üzerinden Ankara’ya yaklaşacak gibi görünen gericilik ve ayaklanma dalgaları olmuştur. Ben, bir yandan bu dalgaların durdurulmasına çalışırken bir yandan da Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu henüz gereği gibi bilmeyen milletvekillerini korkulu olaylar karşısında bırakmamak ve bu gibi olayların ortaya çıkmasıyla Meclisin toplanamaması gibi uğursuz olasılıkları önlemek yollarını düşünüyordum. Bunun için, Meclisin açılmasında çok ivedi davranıyordum. Sonunda, gelebilmiş milletvekilleriyle yetinerek, Meclisin, Nisanın yirmi üçüncü Cuma günü açılmasına karar verdik. Bu karar üzerine, 21 nisan 1920 günü yaptığım bildirimi, o günün duygu ve anlayışına ne denli uymak zorunluluğu bulunduğunu gösterir bir belge olması bakımından, olduğu gibi bilginize sunmayı uygun görüyorum.
Tel: Çok ivedidir. Ankara’ya ivedi yazı gönderilmesi Ankara, 21.4.192
Kolordulara (On Dördüncü Kolordu Komutanı Vekilliğine), Altmış Birinci Tümen Komutanlığına, Refet Beyefendi’ye, Bütün İllere, Bağımsız Sancaklara, Müdafaai Hukuk Merkez Kurullarına, Belediye Başkanlıklarına
1. Tanrı’nın yardımıyla Nisanın yirmi üçüncü günü, cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
2. Yurdun bağımsızlığı, yüce Halifelik ve Padişahlığın kurtarılması gibi en önemli ve yaşamsal görevleri yapacak olan bu Büyük Millet Meclisinin açılış gününü cumaya denk getirmekle o günün kutsallığından yararlanılacak ve bütün sayın milletvekilleriyle birlikte, kutlu Hacı Bayram camisinde cuma namazı kılınarak Kuran’ın ve namazın nurlarından ışık alınacak ve güç kazanılacaktır. Namazdan sonra, Peygamberimizin kutlu sakalı ve kutsal sancak alınarak Meclisin toplanacağı özel yere gidilecektir. Toplantı yerine girilmeden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir. İşbu törende, camiden başlayarak, Meclise değin, Kolordu Komutanlığınca askeri birliklerle özel tören düzeni alınacaktır.
3. Açılış gününün kutsallığını pekiştirmek için, bugünden başlayarak il merkezinde, Vali Beyefendi Hazretlerinin düzenleyeceği üzere, hatim indirilmeye ve Buhari okunmaya başlanacak ve hatimin son bölümleri, uğur için Cuma günü namazdan sonra Meclisin toplantı yeri önünde okunup bitirilecektir.
4. Kutsal ve yaralı yurdumuzun her köşesinde, yukarda belirtildiği gibi bugünden başlayarak hatim indirmeye ve Buhari okunmaya başlanacak; cuma günü ezandan önce minarelerde sala verilecek; hutbe okunurken Halifemiz ve Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin kutlu adı anıldığı sırada kendisinin, ülkesinin ve bütün uyruklarının bir an önce kurtulmaları ve mutluluğa ermeleri için ayrıca dua edilecek; cuma namazı kılındıktan sonra da hatim tamamlanarak yüce Halifelik ve Padişahlığın ve bütün yurt parçalarının kurtarılması amacıyla yapılan ulusal çalışmaların önemini ve kutsallığını ve her yurttaşın, kendi vekillerinden oluşmuş olan Büyük Millet Meclisince verilecek yurt görevlerini yapmak zorunda olduğunu anlatan dinsel öğütler verilecektir. Daha sonra, Halife ve Padişahımızın, din ve devletimizin, yurdumuzun ve ulusumuzun kurtuluşu, esenliği ve bağımsızlığı için dua edilecektir. Bu dinsel ve yurtsal tören yapıldıktan ve camilerden çıkıldıktan sonra, Osmanlı ülkesinin her yerinde, hükümet konağına gidilerek, Meclisin açılışından dolayı resmi kutlamalarda bulunulacaktır. Her yerde cuma namazından önce, uygun görülecek biçimde mevlit okunacaktır.
5. İşbu bildirimin hemen yayılması için her araca başvurulacak ve tez elden en sapa köylere, en küçük askeri birliklere, yurttaki bütün örgütlere ve kurumlara ulaştırılması sağlanacaktır. Ayrıca büyük kâğıtlara yazılarak her yere asılacak ve yapılabilen yerlerde bastırılıp çoğaltılarak parasız dağıtılacaktır.
6. Ulu Tanrı’dan tam başarıya ulaştırmasını yakarırız.
Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal
22 Nisan 1920 günü de şu bildirimi yaydım:
Tel: Dakika geciktirilmeyecektir 22.4.1940
Bütün İllere, Bağımsız Sancaklara, Kolordulara, Nazilli’de Albay Refet Beyefendi’ye, Bursa’da Yirminci Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa Hazretlerine, Bursa’da Ellialtıncı Tümen Komutanı Albay Bekir Sami Beyefendi’ye, Balıkesir’de Altmışbirinci Tümen Komutanı Albay Kazım Beyefendi’ye
Tanrı’ın yardımıyla Nisanın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden sonra bütün sivil ve askeri orunların ve bütün ulusun buyruk alacağı en yüce kat, adı geçen Meclis olacaktır. Bilgilerinize sunulur.
Temsilciler Kurulu Adına Mustafa Kemal
Saygıdeğer baylar, Şimdiye dek bilginize sunduklarım, kişisel olarak ve Temsilciler Kurulu (Heyet-i Temsiliye) adına değindiğim olayların açıklanmasına ilişkin idi. Bundan sonra söyleyeceklerim, Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan ve yöntemine göre hükümet kurulduktan bugüne değin meydana gelmiş olayları ve devrimleri kapsayacaktır. Amacım, devrimimizin incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır. Bütün bu olayların oluşum ve gelişiminde Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti Başkanı, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı olarak bulunmuş olmaktan daha çok, örgütümüzün genel başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi yükümlü sayarım.
Baylar, Meclisin açıldığı ilk günlerde, Meclise, içinde bulunduğumuz durumu ve koşulları açıklayarak izlenmesini ve uygulanmasını doğru bulduğum düşüncelerimi bildirdim. Bu düşüncelerin başlıcası, Türkiye’nin, Türk ulusunun izlemesi gereken siyasal ilke ile ilgili idi.
Bilirsiniz ki Osmanlılar zamanında çeşitli siyasal yöntemler tutulmuştu ve tutuluyordu. Ben, bu siyasal yöntemlerden hiçbirinin, yeni Türkiye devletinin yöntemi olamayacağı kanısına varmıştım. Bunu, Meclis’e anlatmaya çalıştım. Bu konu ile ilgili olarak önceden ve sonraları söylediklerimin temel noktalarını, burada hep birlikte anımsamayı yararlı bulurum.
Baylar, bilirsiniz ki yaşam demek, savaşım ve çarpışma demektir. Yaşamda başarı, yüzde yüz savaşımda başarı kazanmakla elde edilebilir.
Bu da tinsel ve maddesel güce ve erke dayanan bir iştir. Bir de insanların uğraştığı bütün sorunlar, karşılaştığı bütün tehlikeler, elde ettiği başarılar, toplumca yapılan genel bir savaşın dalgaları içinden doğagelmiştir. Doğu uluslarının batı uluslarına saldırısı tarihin belli başlı bir evresidir. Doğu ulusları arasında Türklerin başta ve en güçlü olduğu biliniyor. Gerçekten Türkler, Müslümanlıktan önce ve sonra Avrupa içerisine girmişler, saldırılar yapmışlar ve yayılmışlardır. Batıya saldıran ve yayılmalarını İspanya’ya girip Fransa sınırlarına değin sürdüren Araplar da vardır. Ama baylar, her saldırıya, her zaman, bir karşı saldırı düşünmek gerektir. Karşı saldırı olasılığını düşünmeden ve ona karşı güvenilir önlem bulmadan eyleme geçenlerin sonu yenilgi ve bozgundur, yok olmaktır.
Batının Araplara karşı saldırısı, Endülüs’te acı ve ders alınmaya değer bir tarihsel yıkım ile başladı. Ama orada bitmedi. Kovalama, Afrika kuzeyinde sürüp gitti.
Atilla’nın, Fransa ve Batı Roma topraklarına dek genişletilmiş olan imparatorluğunu anımsadıktan sonra, Selçuk Devleti’nin yıkıntısı üzerinde kurulan Osmanlı Devleti’nin İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtını ele geçirdiği çağlara gözlerimizi çevirelim. Osmanlı padişahları içinde Almanya’yı, Batı Roma’yı ele geçirerek çok büyük bir imparatorluk kurmaya girişmiş bulunanlar vardı. Yine, bu padişahlardan biri, bütün İslam dünyasını bir merkeze bağlayarak yönetmeyi düşündü. Bu amaçla Suriye’yi, Mısır’ı ele geçirdi. “Halife” sanını takındı. Başka bir padişah da hem Avrupa’yı ele geçirmek, hem İslam dünyasını buyruğu ve yönetimi altına almak amacını güttü. Batının sürüp giden karşı saldırısı, İslam dünyasının tedirginliği ve ayaklanması ve böyle bütün dünyayı ele geçirme düşünce ve amaçlarının tek sınır içine aldığı çeşitli halkaların kaynaşamaması, en sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nu da benzerleri gibi, tarihin bağrına gömdü.
Baylar, dış siyasetin en çok ilgili bulunduğu ve dayandığı temel, devletin iç örgütüdür. Dış politika, iç örgütle uyarlı olmak gerekir. Batıda ve doğuda, yaratılışı, kültürü ve ülküsü başka başka olan ve birbirleriyle bağdaşamayan toplulukları tek sınır içine almış bir devletin iç örgütü, elbette temelsiz ve çürük olur. Bu durumda dış siyaseti de köklü ve sağlam olamaz. Böyle bir devletin, iç örgütü özellikle ulusal olmaktan uzak olduğu gibi, siyasal yöntemi de ulusal olamaz, Buna göre Osmanlı Devleti’nin siyaseti ulusal değil; ancak, kişisel, bulanık ve kararsız idi.
Değişik ulusları ortak ve genel bir ad altında toplamak ve bu değişik ulus topluluklarını eşit haklar ve koşullar altında bulundurarak güçlü bir devlet kurmak, parlak ve çekici bir siyasal görüştür. Ama aldatıcıdır. Dahası, hiçbir sınır tanımayarak, dünyadaki bütün Türkleri de bir devlet olarak birleştirmek, ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu, yüzyılların ve yüzyıllarca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı olaylar ile ortaya koyduğu bir gerçektir.
İslamcılık ve Turancılık siyasetinin başarı kazandığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanamamaktadır. Soy ayrımı gözetmeksizin, bütün insanlığı kapsayan tek bir dünya devleti kurma hırslarının sonuçları da tarihte yazılıdır. Yayılmacı olmak hevesleri, konumuzun dışındadır. İnsanlara her türlü özel duygularını ve bağlantılarını unutturup, onları kardeşlik ve tam eşitlik içinde birleştirerek, insancıl bir devlet meydana getirme kuramının da kendine özgü koşulları vardır.
Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yöntem, “ulusal siyaset”tir. Dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılların kafalarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında düşçü olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin dediği budur; bilimin, aklın, mantığın dediği böyledir.
Ulusumuzun, güçlü, mutlu ve sağlam bir düzen içinde yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle ulusal bir siyaset gütmesi ve bu siyasetin iç örgütlerimize tam uyumlu ve dayalı olması gereklidir. Ulusal siyaset demekle anlatmak istediğim şudur: Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulusun ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak; uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışını ve karşılıklı dostluğunu beklemektir.
Baylar, Meclis’e önerdiğim önemli bir konu da hükümet kurma sorunuydu. Bu sorunun ve bununla ilgili önerinin o zaman için ne denli önemli olduğunu iyi bilirsiniz.
Gerçek, Osmanlı Devleti’nin ve halifeliğin çökmüş ve ortadan kalkmış olduğunu düşünerek, yeni temellere dayalı, yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine yol açabilirdi. Çünkü genel eğilim ve düşünüş, daha padişah ve halifenin özürlü sayılacak bir durumda bulunduğu yolunda idi. Dahası, Meclis’te, ilkin halifelik ve padişahlık makamı ile bağlantı ve İstanbul Hükümeti ile uzlaşma aramak akımı baş göstermişti.
İstanbul’daki koşulların, halife ve padişah ile ne açık ne de özel ve gizli görüşmeye uygun olduğunu açıklamaya çalıştım. Böyle bir görüşme ile ne anlamak istediğimizi sordum. Ve “Ulusun, bağımsızlığı ve ülke bütünlüğünü sağlamaya çalışmakta olduğunu haber vermek için ise, bu gereksizdir. Çünkü padişah ve halife olan kişi de bundan başka bir şey düşünüp isteyebilir mi? Bunun karşıtını, kendi ağzından işitsem inanmam, bunun yüzde yüz zorlama ve baskı altında söyletildiğini kabul ederim.” dedim.
Şunu bilginize sunmak istiyorum ki hükümet kurmakla ilgili bir öneride bulunmadan önce, duyguları ve görüşleri dikkate almak zorunluğu vardı. Bu zorunluğa uymakla birlikte asıl amacı saklı tutan önerimi yazılı olarak Meclis’e sundum. Bazı karşı görüşler ileri sürüldüyse de kısa bir tartışma sonunda kabul olundu.
Bu önergeyi bugün gözden geçirecek olursak, orada temel ilkelerin saptanmış ve ortaya konmuş olduğunu görürüz. Bu ilkeleri, izin verirseniz, burada belirterek sayacağım:
1. Hükümet kurmak zorunludur.
2. Geçici olduğu bildirilerek bir hükümet başkanı tanımak ya da bir padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir.
3. Meclis’te yoğunlaşan ulusal istencin, yurdun yazgısına doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.
4. Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır. Meclis’ten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır.
Not: Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği yasal ilkeler içinde durumunu alır.
Baylar, bu ilkelere göre kurulan bir hükümetin niteliği kolaylıkla anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, ulusal egemenlik temeline dayanan halk hükümetidir. Cumhuriyettir.
Böyle bir hükümetin kuruluşunda ilke, güçler birliği kuramıdır. Zaman geçtikçe bu ilkelerin kapsadığı kavramlar anlaşılmaya başladı. İşte o zaman tartışmalar ve olaylar birbiri ardınca sürüp gitti.
Saygıdeğer baylar, açık ve gizli oturumlarda bir iki gün süren açıklamalarımdan, konuşmalarımdan ve belirttiğim ilkeleri kapsayan önerimi ileri sürdükten sonra yüksek Meclis, beni başkanlığa seçmekle bana karşı genel güvenini gösterdi.
Burada ufak bir noktayı da açıklamalıyım:
Anımsarsınız ki oluşmaya başlayan ulusal birliği, ulusun coşup uyanışına yormaktan daha çok, kişisel girişim sonucu olarak görüyorlardı. Bu arada benim girişimlerde bulunmamın yasak edilmesine önem veriyorlardı. Beni, ulusa ve hükümete, istenmez ve kötü kişi saydırmaktan yarar umuyorlardı. Yapılan propaganda, “Ben istenmez ve kötü kişi sayılırsam, ulusa ve devlete karşı hiçbir aykırı davranışta bulunulmayacak… Bütün kötülüklerin nedeni benmişim. Bir adam için, bir ulusun birçok tehlikeleri göze alması akla yatmazmış” yolundaydı. Hükümet ve düşmanlar, beni, ulusa karşı bir silah gibi kullanıyordu. Bunun için 24 Nisan 1920 günü gizli bir oturumda Meclise bu durumu açıkladım. Başkanlık seçiminde, bunun da bir sakınca olarak göz önünde tutulmasını ve yalnız ulusun ve yurdun esenliği düşünülerek oy ve kararların uygun ve doğru olarak verilmesini rica ettim.
Baylar, Büyük Millet Meclisi, bakanların seçimi ile ilgili 2 Mayıs 1920 günlü yasa ile Büyük Millet Meclisinde, Genelkurmay işleri de içinde olmak üzere onbir bakandan oluşan bir “Bakanlar Kurulu”54 kurdu. Bu arada İsmet Paşa Hazretleri de Genelkurmay işlerini üzerine almış bulunuyordu.
(Atatürk, İsmet Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığına atanması konusunda Refet ve Ali Fuat Paşaların karşı çıkışlarını anlattıktan sonra, sözlerini şöyle sürdürüyor:)
İsmet Paşa’nın, gerek Genelkurmay Başkanlığı’nda gerekse daha sonraki eylemli olarak Cephe Komutanlığında gösterdiği yararlık ve üstün çaba, kendisine görev verişteki yanılmazlığımı eylemli olarak ortaya koymuş bulunduğu için ulus karşısında, ordu karşısında ve tarih karşısında içim çok rahattır.
Baylar, Meclis 29 Nisan 1920’de, Yurt Hainliği Yasasını ve sonraki aylarda İstiklâl Mahkemeleri yasalarını da çıkarmakla devrimlerin doğal gereklerini yerine getirmiş oldu. İstanbul’un işgalinden sonra başlayan birtakım yıkıcı akımlara, olaylara, ayaklanmalara değinmiştik. Bunlar, yurdun her yerinde hızla belirdi ve sürüp gitti. İstanbul’da Damat Ferit Paşa, ivedi olarak yeniden işbaşına getirildi. Damat Ferit Paşa Hükümeti ve İstanbul’da bütün yıkıcı ve hain örgütlerin kurduğu birlik ve bu birliğin Anadolu içindeki bütün ayaklanma örgütleri ve bütün düşmanlar ve Yunan ordusu, elbirliğiyle bize karşı çalışmaya başladılar. Bu ortak saldırı siyasetinin yönergesi de Padişah ve Halifenin, içinde düşman uçakları da bulunan her türlü araçlarla yurda yağdırdığı “Padişaha Karşı Ayaklanma” fetvası idi.
Bu genel, çok yönlü ve haince saldırılara karşı biz de daha Meclis açılmadan önce, Afyonkarahisar’da, Eskişehir’de ve bütün demiryolu boyunda bulunan yabancı devlet askerlerini Anadolu’dan çıkararak; Geyve, Osmaneli, Cerablus köprülerini yıkarak ve Meclis toplanır toplanmaz Anadolu’daki yüksek din bilginlerinden fetva alarak karşı önlemlere giriştik.
Baylar, 1919 yılı içinde, ulusal girişimlerimize karşı başlayan iç ayaklanmalar hızla ülkenin her yerine yayıldı.
Bandırma, Gönen, Susurluk, Mustafakemalpaşa55, Karacabey, Biga ve dolaylarında; İzmit, Adapazarı, Düzce, Hendek, Bolu, Gerede, Nallıhan, Beypazarı dolaylarında; Bozkır’da; Konya, llgın, Kadınhan, Karaman, Çivril, Seydişehir, Beyşehir, Koçhisar dolaylarında; Yozgat, Yenihan, Boğazlıyan, Zile, Erbaa, Çorum dolaylarında; Umraniye, Refahiye, Zara, Hafik dolaylarında; Viranşehir dolaylarında tutuşan kargaşa ateşleri bütün ülkeyi yakıyor; hainlik, bilgisizlik, düşmanlık ve bağnazlık dumanları bütün yurt göklerini yoğun karanlıklar içinde bırakıyordu. Ayaklanma dalgaları, Ankara’da karargâhımızın duvarlarına dek çarptı. Karargâhımızla kent arasındaki telefon ve telgraf tellerini kesmeye dek varan kudurgan saldırışlar karşısında kaldık. Batı Anadolu’nun, İzmir’den sonra, yeniden önemli bölgeleri de Yunan ordusunun saldırıları ile çiğnenmeye başlandı.
Dikkate değer ki sekiz ay önce ulus, Temsilciler Kurulu ile birlik olarak, Damat Ferit Hükümeti ile ilişkiyi ve haberleşmeyi kesmişken, Ali Galip’in girişimi gibi tek tük olaylardan başka böyle genel ayaklanma olmamıştı. Bu kez ortaya çıkan yaygın ve genel ayaklanmalar, sekiz ay içinde yurtta çok hazırlık yapıldığını gösteriyordu. Damat Ferit Hükümetinden sonra kurulan hükümetlerle ulusal bilincin korunması ve pekiştirilmesi yolundaki savaşımlarımızın ne denli haklı nedenlere dayandığı çok acı olarak bir daha anlaşılmış oluyordu.
Baylar, önce, iç ayaklanmalar üzerine açık bir bilgi edinmek için, izin verirseniz, bu ayaklanmaları yeri geldiğinde söz konusu ettikçe, değinilen evreleri kısaca bilginize sunayım:
• 21 Eylül 1919’da Balıkesir’in kuzey bölgesinde başlayan birinci Anzavur Ayaklanması,
• 16 Şubat 1920’de yine bu bölgede başlayan ikinci Anzavur Ayaklanması,
• 13 Nisan 1920’de başlayan Bolu-Düzce Ayaklanması,
• 11 Mayıs 1920’de Adapazarı ve Geyve dolaylarında başlayan üçüncü Aznavur Ayaklanması,
• Halife Ordusu adının takınan İstanbul Hükümeti birliklerinin İzmit dolaylarındaki ayaklanmaları,
• 14 Mayıs 1920’de başlayan Yenihan Ayaklanması,
• 13 Haziran 1920’de Yozgat dolaylarında başlayan Çapanoğluı Ayaklanması,
• 7 Eylül 1920’de başlayan Zile ve Erbaa ayaklanmaları,
• Haziran 1920’de Güney bölgelerinde başlayan Milli Aşireti Ayaklanması,
• 24 Ağustos 1920’de aynı bölgede başlayan ikinci Milli Aşireti Ayaklanması,
• 21 Haziran 1920’de Afyonkarahisar bölgesinde başlayan Çopur Musa Ayaklanması, • 5 Mayıs 1920’de başlayan Birinci Konya Ayaklanması.
Baylar, Meclisin açıldığı ilk günlerde, cephelerin ne durumda olduklarını da hep birlikte bir kez daha anımsayalım:
1. İzmir Yunan Cephesi
Biliyorsunuz ki Yunanlılar İzmir’e çıktıkları zaman orada On Yedinci Kolordu Komutanı olarak, karargâhıyla Nadir Paşa bulunuyordu. Kuvvet olarak, Yarbay Hurrem Bey komutasında 56’ncı Tümenin iki alayı vardı. Bu kuvvet özellikle, kolordu komutanının buyruğuyla, karşı koymaksızın, onur kırıcı davranışlar altında Yunanlılara teslim edilmiştir. Bu tümenin bir alayı (172’nci Alay) Ayvalık’ta bulunuyordu. Komutanı Yarbay Ali Bey idi (Afyonkarahisar Milletvekili Albay Ali Bey).
Yunan ordusu işgal bölgesini genişletirken Ayvalık’a da asker çıkardı. Ali Bey, bu Yunan kuvvetine karşı 28 Mayıs 1919’da savaşa girişti. Bugüne değin Yunan birlikleri hiçbir yerde ateşle karşılaşmamıştı. Tam tersine, kimi kent ve kasabalar halkı korkutulmuş ve İstanbul Hükümetinin buyruklarına uyarak, büyük görevliler başta olmak üzere, Yunan birliklerini özel kurullarla karşılamışlardı. Ali Bey’in, Ayvalık bölgesinde savaş cephesi kurması üzerine, yavaş yavaş Soma’da, Akhisar’da, Salihli’de ulusal cepheler kurulmaya başlamıştı.
5 Haziran 1919’dan başlayarak Albay Kâzım Bey (Meclis Başkanı Kâzım Paşa Hazretleri), Balıkesir’deki 61’inci Tümenin komutasını vekil olarak üzerine almıştı. Daha sonra Ayvalık, Soma, Akhisar kesimlerinden meydana gelen Kuzey Cephesi komutanlığını yapmıştı. Fuat Paşa’nın Batı Cephesi Komutanlığına atanmasından sonra Kâzım Bey’e Kuzey Kolordusu Komutanlığı makam ve yetkisi verildi. Aydın bölgesinde, düşmanın İzmir’e girişinden sonra asker ve halktan kimi yurtseverler, Yunanlılara karşı çıkıyor; halkı yüreklendirmek ve silahlı ulusal örgütler kurmak için çalışıyorlardı. Bu arada, ad ve kılık değiştirerek İzmir’den o bölgeye gitmiş olan Celâl Bey’in (İzmir Milletvekili Celâl Bey) çaba ve özverisi anılmaya değer.
1919 yılı Haziran ortalarında, Aydın Cephesi de kuruldu. Bu bölgede bulunan 57’nci Tümenin Komutanı Albay Mehmet Şefik Bey ve Tümen Topçu Komutanı Binbaşı Hakkı Bey idi; alay komutanlarından Binbaşı Hacı Şükrü Bey ve ulusal kuvvetlerin başında Yörük Ali Efe ile Demirci Mehmet Efe vardı. Sonunda, Demirci Mehmet Efe üstünlük sağlayarak Aydın Cephesi Komutanlığını eline aldı.
Baylar, İzmir’in çeşitli kesimlerinde kurulan ve yavaş yavaş subaylarla ve ordu birlikleriyle güçlendirilmesine çalışılan ulusal cephelerin beslenmeleri doğrudan doğruya o bölge halkınca sağlanıyordu. Bunun için de cephe gerilerinde ulusal örgütler kurulmuştu. Bu ödevin halktan hükümete geçişi, Büyük Millet Meclisi Hükümetinin kuruluşundan sonra sağlanabilmiştir.
2. Güney Fransız Cephesi
a) Fransız birliklerine karşı, doğrudan doğruya Adana bölgesinde; Mersin, Tarsus, İslâhiye bölgelerinde ve Silifke dolaylarında Ulusal Güçler kurulmuş ve bunlar çok yiğitçe işe başlamışlardı. Doğu Adana bölgesinde “Tufan Bey” sanı ile eyleme geçen Yüzbaşı Osman Bey’in yiğitlikleri anılmaya değer. Ulusal birlikler, Mersin, Tarsus, Adana şehirlerinin kapılarına dek sokuldular ve buralarda üstünlük sağladılar. Pozantı’da Fransızları kuşattılar ve geri çekilmek zorunda bıraktılar.
b) Maraş’ta, Antep’te, Urfa’da önemli savaşlar ve çarpışmalar oldu. Sonunda işgal kuvvetleri buralardan çekilmek zorunda bırakıldılar. Bu başarıların kazanılmasında başlıca etmen olan Kılıç Ali ve Ali Saip Beylerin adlarını anmayı ödev sayarım.
Fransızların işgal bölgelerinde ve cephelerde Ulusal Güçler her gün daha sağlam olarak örgütleniyorlardı. Ulusal Güçler ordu birlikleriyle de desteklenmeye başlanmıştı. İşgal güçleri her yönden sıkı ve sert bir biçimde baskı altına alınıyordu.
(Atatürk, bu baskıların Fransızlar ile 20 günlük bir ateşkes imzalanması sonucunu doğurduğunu ve bu ateşkesin hem ulusal direnişi örgütlendirmek hem de Fransa’ya Ulusal Örgüt’ün siyasal varlığını tanıtmak amacı güttüğünü belirtiyor. Ardından, tüm bu gelişmelerin, İstanbul Hükümetinin Nurettin Paşa aracılığıyla bir uzlaşma arayışına yönelmesine yol açtığını açıkladıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:)
3. Yunanlıların İlk Genel Saldırısı
Saygıdeğer baylar, yurt içinde yer yer beliren iç ayaklanmaları izlemekte gecikmeyen Yunanlıların ilk genel saldırısı, gözlerimizi yeniden batıya çevirtecektir.
Yunanlılar, 22 Haziran 1920’de Milne Hattı’ndan genel saldırıya geçtiler. Kuvvetleri altı tümene yükselmiş bulunuyordu. Üç tümen ile iki koldan Akhisar-Soma yönünden; iki tümen ile Salihli yönünden; bir tümen ile de Aydın Cephesinden saldırdılar. Düşmanın kuzey kolu, 30 Haziran 1920’de Balıkesir’e girdi ve süvarileri de 2 Temmuz 1920’de Mustafakemalpaşa ve Karacabey’i işgal etti. Bu düşman karşısında bulunan 61 ve 56’ncı tümenlerimiz, Ulubat köprüsünü yıkarak Bursa’ya doğru çekildi. Düşman, birliklerimizi izleyerek Bursa’ya da girdi ve ileri kollarını DimbosAksu kesimine dek sürdü. Bunun karşısındaki kuvvetlerimiz çok sarsıldı. Eskişehir’e dek çekildi. Bu savaşlar sırasında İngilizler, 25 Haziran 1920’de Mudanya’ya ve 2 Temmuz 1920’de de Bandırma’ya birer birlik çıkardılar.
Salihli yönünde doğuya ilerleyen iki Yunan tümeni de 24 Haziranda Alaşehir’e girdi ve daha sonra ilerleyerek 29 Ağustosta Uşak’ı aldı. Dumlupınar sırtları elimizde kalmak üzere bu bölgeye dek ilerledi. Bu düşman karşısında bulunan 23’üncü Tümen ve Ulusal Güçlerimiz çok sarsıldı ve Aydın’dan ilerleyen bir Yunan kolu da Nazilli’ye dek geldi. Bu savaşlar sırasında, tümenlerimizin kadro durumunda ve cephanesiz olduklarını ve güçlendirilmelerine de henüz olanak bulunmadığını biliyorsunuz.
Baylar, ben de, Eskişehir’e ve oradan ileri bölgelere gittim. Gerek orada ve gerek başka bölgelerde bulunan güçlerimizin düzene sokulmasını buyurdum. Yeniden, düşman karşısında, düzenli komutaya bağlı cepheler kurulmasını sağladım.
Baylar, Yunan saldırısı ve ulusal cephelerin bozulması, Meclis’te büyük bir bunalım yarattı ve sert sataşma ve eleştirilere yol açtı.
Büyük Millet Meclisi’nin 13 Temmuz 1920 günü, kırk birinci toplantısında, suçlarından ve yönetimdeki yetersizliklerinden dolayı Bursa Komutanı Bekir Sami ve Bursa Valisi Hâcim Muhittin Beylerin ve Alaşehir Komutanı Âşir Bey’in niçin mahkemeye verilmediklerini Genelkurmay Başkanlığından ve İçişleri Bakanlığından soran gensoru önergesi okundu.
(Atatürk, bu önerge ile ilgili başlayan tartışmalara değindikten sonra, sözlerini şöyle sürdürmektedir:)
Baylar, ayrıntılarını Meclis tutanaklarında okuduğunuz bu sıcak görüşmelerden önce, 26 Temmuz 1920 günü de gizli bir oturumda buna benzer bir görüşme olmuştu. Orada da uzun açıklama yapmak zorunda kalmıştım. Çünkü üzüntü ve duyarlık sonucu olarak yapılmakta olan eleştiri ve önerilerde, bu yenilginin gerçek nedenleri ve etmenleri sanki unutulmuş gibiydi. Bütün bu bozgundan, kurulalı ve iş başına geçeli daha iki ay bile olmayan Bakanlar Kurulunu sorumlu tutmak amacı güdülüyordu. Bir yıldan daha çok bir süreden beri Yunan ordusunun İzmir bölgesinde yerleşmiş olduğu ve durmadan hazırlandığı; buna karşılık, İstanbul hükümetlerinin ordumuzu boyuna kötürüm edecek nedenler yaratmakla uğraştığı ve ulusun kendiliğinden kurabildiği Ulusal Güçleri dağıttırmaya ve yok ettirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmadığı hiç düşünülmüyordu. Eğer bu bir yıl içinde Yunan güçleri karşısında az çok bir varlık gösterilmiş idiyse, bunun da beş on özverilinin kendiliklerinden gösterdikleri kararlılık ve çabalarının ürünü olduğunu insafla göz önünde bulundurmak istemiyorlardı. Söz söyleyenler içinde, pek az olmakla birlikte, ulusal inancı ve yurda bağlılığı kuşkulu olanlar bile vardı.
Söz konusu ettiğimiz bu gizli oturumda, uzun açıklamalarım arasında özellikle demiştim ki: “Bir yıkıma uğramadan önce, onu önleme ve ona karşı savunma önlemlerini düşünmek gerektir. Yıkıma uğradıktan sonra yanıp yakılmanın yararı yoktur. Yunan saldırısının olacağı daha önceden çok belliydi. Eğer, bunu önleyici önlemler alınamamış ise, bunun sorumluluğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve onun hükümetine yükletilemez. Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin sorumluluk yerine geldiğinden bu yana almaya başladığı önlemleri, daha bir yıl öncesinden beri İstanbul hükümetlerinin bütün ulusla birlikte ve önemle almaya başlaması gerekirdi. Kimi birliklerin cepheden alınıp iç ayaklanmaların bastırılmasında görevlendirilmesi, Yunan birlikleri karşısında bulundurulmalarındaki yarardan daha önemli ve zorunluydu ve yine de öyledir. Gerçi Bursa’da bırakılması zorunlu olan bir tümen, Adapazarı ayaklanma bölgesine gönderilen iki tümen, Hendek’te dağılan bir tümen, yani dört tümen; Zile, Yenihan bölgesinde ayaklananlarla uğraşan bir tümen ve bütün bu ordu birliklerine yardım eden ulusal birlikler cephede bulundurulabilseydiler, belki düşman saldırısı bu denli gelişemezdi. Ama ülkenin dirlik ve düzenliği ve ulusun kurtuluş amacında birleşip dayanışması sağlanmadıkça, bir dış düşmanın ilerleyişi ne durdurulabilir ve ne de bundan köklü bir yarar ve sonuç beklenir.
Ülke yazgısının sorumluluğunu yeni üzerine almış olan Bakanlar Kurulu, o günkü koşullara göre seferberlik yapmayı acaba düşünebilir miydi? Ülkenin, hemen hemen baştanbaşa, Halifenin fetvası gereğini yerine getirmeye sürüklenip zorlandığı bir sırada, ulusu askere çağırmak uygun görülebilir miydi ve olabilir miydi? Bundan başka, bütün ulusu silah altına çağırmadan önce, silah sayısı ve elde bulunan silahların iş görebilmesi için gerekli cephane ve para tutarları ile kaynakların düşünülmesi zorunlu değil miydi? Durumu incelerken ve önlem düşünürken, acı olsa da gerçeği görmekten bir an vazgeçmemek gerekir. Kendimizi ve birbirimizi aldatmaya gerek ve zorunluluk yoktur. Biz, durumun ve cephelerin gereksinimlerini bilmez değiliz.
Bundan sonra, kuşkusuz, durumlar değişecek; bütün ülkeye ve ulusa gerçekten umut ve güven verecek önlemler uygulanacaktır. Artık buna engel kalmamıştır. Bakanlar Kurulu, kimi doğumluları silah altına da alabilecektir.
Saygıdeğer Baylar, kimi kapalı sorunların kolaylıkla anlatılmasına yarayacağını sandığım için yüce kurulunuza bir “Yeşil Ordu”dan söz açacağım:
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve hükümetinin kuruluşundan sonra Ankara’da “Yeşil Ordu” adı altında bir dernek kuruldu. Bu derneğin ilk kurucuları pek yakın ve bilinen arkadaşlardı. Yeşil Ordu örgütü, bir bakıma gizli bir örgüt niteliğinde kurulmuş ve oldukça genişlemiş. Yeşil Ordu örgütü ile uğraşanlar, benim bu işi bildiğimi, uygun gördüğümü ve istediğimi söylediklerinden, her yerde benim adıma örgütü genişletmeye ve güçlendirmeye çalışanlar çoğalmış. Örgütün kurucuları arasına, milletvekili bulunan Çerkez Reşit Bey ve Çerkez Ethem ve kardeşi Tevfik Beyler girmişler. Bundan başka Ethem ve Tevfik Bey birliklerinin bütün adamları, Yeşil Ordu’nun sanki temeli olmuşlar.
Baylar, bu başlangıçtan sonra, Çerkez Ethem Bey ve kardeşlerinin ilk kez göze çarpmaya başlayan kimi davranışları ve tutumları üzerine yüce kurulunuzu aydınlatmak isterim.
Çerkez Ethem Bey, ulusal bir birlik ile önce Anzavur’u kovalamakta ve sonra Düzce ayaklanmasında başarılı işler gördüğünden, Yozgat’a gitmek üzere Ankara’ya getirildiği zaman, hemen herkesçe beğenildi ve övüldü. Kendisini abartarak övenler de elbette olmuştur. Ethem Bey ve kardeşlerinin sonraki davranışlarından, bu alkış ve övgülerden dolayı büyüklendikleri, dahası, kimi kuruntulara kapıldıkları anlaşılıyor. Ethem Bey ve kardeşlerinden Tevfik Bey, Yozgat ayaklanmasını bastırmakla uğraştığı sırada kendine yakın ve uzak bütün askeri ve ulusal birlik komutanlarının hepsine karşı, bunların rütbe ve makamlarına önem vermeksizin, birer birer küçültücü ve saldırıcı davranışlarda bulunmakta hiçbir sakınca görmemeye başladı. Çoğu, Ethem Bey’in kendisini, niteliğini ve değerini tanımayan komutanlar, yurdun ateş içinde bulunduğunu ve Ethem Bey’in abartılmış olarak işittikleri hizmetini düşünerek elden geldiğince kendisiyle çekişmede ileri gitmekten sakınmışlardı. Böylece şımaran Ethem ve kardeşi Tevfik Beyler, Türk ordusunda değerli hiçbir subay ve komutan bulunmadığı ve kendilerinin herkesten üstün birer yiğit oldukları sanısına düşmüşler ve bu sanılarını açıktan açığa, sakınmaksızın herkese söylemekten çekinmemeye başlamışlardı. Doğrudan doğruya valilere ve herkese buyruk savuruyorlar ve buyruklarını yerine getirmeyenlerin asılacağı yolunda gözdağı da veriyorlardı. Ethem Bey Ankara ve Ankara’daki hükümet üzerinde de etki yapmak denemesinde bulunmuştur. Sözde Yozgat ayaklanması, Yozgat’ın bağlı bulunduğu Ankara Valisinin kötü yönetiminden doğmuş; bundan dolayı, öbür ayaklandırıcılara uyguladığı cezayı, ki o ceza asarak öldürmekti, Ankara Valisi için de olay yerinde kendisi uygulamaya karar vermişti. Yozgat’a gönderilmesini istediği Ankara Valisi, ulusal girişimlerde olağanüstü hizmet ve özveri göstermiş ve göstermekte bulunan Yahya Galip Bey’di. Yahya Galip Bey’in, özellikle bizce, hizmeti beğenilmiş ve varlığı pek gerekli ve yararlı bir kişi olduğu biliniyordu. İşte böyle bir kişiyi, kendi eline, darağacına vermeye bizi zorlamakla en büyük erk ve etkiyi kazanabileceğini düşünmüştü. Elbette Yahya Galip Bey’i veremezdik ve vermedik. Ethem ve kardeşleri bu sorun üzerinde çok üsteleyemediler. Ama Yozgat’ta, özellikle milletvekillerine: “Ankara’ya dönüşümde Büyük Millet Meclisi Başkanını Meclis önünde asacağım” yollu uygunsuz sözler söylediği duyulmuştur. Bu konuya gene dönmek üzere asıl konumuz olan “Yeşil Ordu”ya sözü getireceğim.
Erzurumlu Nâzım Nazmi Bey’in, görevli bulunduğu Malatya’dan gönderdiği bir mektupta, Yeşil Ordu örgütünün hoşlanabileceğim biçimde genişletilmesine çalışıldığı bildiriliyordu. Bu haberin verdiği uyanıklıkla, bu gizli dernek üzerinde incelemelerde bulundum. Bu derneğin zararlı bir biçim ve nitelik aldığı inancına vardım. Hemen kapatılmasını düşündüm. Tanıdığım arkadaşları aydınlattım. Görüşümü söyledim, gereğini yaptılar. Ama genel yazman olan Hakkı Behiç Bey, derneğin kapatılması ile ilgili önerimin kabul edilemeyeceğini ve uygulanamayacağını söyledi. Ben: “Kapattırırım” dedim. Bunun da olamayacağını, çünkü derneğin düşünülenden daha büyük ve daha güçlü olduğunu ve bu derneği kuranların sonuna dek amaçlarından ayrılmayacakları üzerine birbirlerine söz vermiş olduklarını özel bir durum takınarak söyledi. Olaylar gösterdi ki biz, bu gizli derneğin kapatılmasına çalıştıysak da bütünüyle başaramadık. Dernek ileri gelenlerinin kimisi çalışmalarını bu kez, elbette, büsbütün olumsuz ve bize karşı olarak sürdürmüşlerdir.
4. Doğu Cephesi ve Diplomatik Gelişmeler
Saygıdeğer baylar, izlemeyi düşündüğüm sıraya göre, yüce kurulunuza biraz Doğu Cephemizden bilgi vereceğim.
(Atatürk, Söylev’inin bu bölümüne, izinli olarak Erzurum’da bulunan Meclis İkinci Başkanı ve Adalet Bakanı Celâlettin Arif Bey’in Erzurum Bölgesi Müfettişi olma isteğine yönelik telgrafından ve bunu izleyen ayrıntılardan söz ederek giriş yapmıştır. Aktardığına göre, Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey’in de Erzurum valisi olarak atanmasını içeren bu istek bütünüyle reddedilmiş ve Celâlettin Arif Bey Ankara’ya geri çağrılmıştır. Atatürk’ün, tutumlarına bir anlam veremediğini ifade eden Celâlettin Arif Bey, yapılan bu çağrıya karşın, Ankara’ya ancak 47 gün sonra dönecektir. İzleyen satırlarda Atatürk, sözlerini şöyle sürdürmektedir:)
Biliyorsunuz ki Mondros Silah Bırakışması’ndan beri Ermeniler, gerek Ermenistan içinde gerek sınıra yakın yerlerde Türkleri toplu halde öldürmekten bir an vazgeçmiyorlardı. 1920 yılı sonbaharında Ermeni kıyımı dayanılmaz bir durum aldı. Ermeniler üzerine yürümeye karar verdik. 9 Haziran 1920’de doğu bölgesinde geçici seferberlik ilan ettik. On Beşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’yı Doğu Cephesi Komutanı yaptık. 1920 Haziranında Ermeniler, Oltu’da kurulan yöresel Türk Hükümeti üzerine yürüyerek o bölgeyi ele geçirdiler. Dışişleri Bakanlığımızca Ermenilere 7 Temmuz 1920’de kesin süreli bir nota verildi. Ermeniler aynı tutumlarını sürdürdüler. Sonucunda, seferberlikten üç buçuk, dört ay kadar sonra Kötek, Bardiz bölgelerinde toplanan birliklerimize Ermenilerin saldırısı ile savaşa başlandı.
Ermeniler, 24 Eylül 1920 sabahı Bardiz cephesinden baskın biçiminde yaptıkları genel bir saldırı ile başarı sağladılar. Baylar, Doğu Cephesinin bu hoşa gitmeyen bilgileri veren raporunu okurken, Celâlettin Arif Bey’in Ermeni saldırısının yapıldığı gün olan 24 Eylülde yazdığı bilinen ültimatomunu da alıyordum. Ermeniler geri atıldılar. Ordumuz 28 Eylül sabahı ileri yürüyüşe geçti. O gün Erzurum’un elli imzası da Ankara’ya saldırıya geçiyor. Ne kötü rastlantı! Sanki bu baylar, bize karşı Ermenilerle sözleşmiş gibi!
Ordu, 29 Eylülde Sarıkamış’a girdi. 30 Eylülde Göle57 alındı. Ama kimi nedenler ve düşünceler dolayısıyla ordumuz 28 Ekim 1920’ye değin, bir ay, Sarıkamış-Laloğlu kesiminde kaldı. Bu nedenlerden birinin de Erzurum’da bulunan Celâlettin Arif Bey ve arkadaşlarının yarattıkları durum olduğunu kestirebilirsiniz.
Baylar, savaş alanında verilecek buyruğu bekleyen Doğu Ordumuz, 28 Ekim 1920 günü Kars üzerine yürümeye başladı. Düşman, karşı koymaksızın Kars’ı bıraktı. 30 Ekimde ordumuz Kars’a girdi. 7 Kasım günü birliklerimiz Arpaçayı’na dek olan bölgeyi ve Gümrü’yü ele geçirdi.
Ermeniler, 6 Kasımda savaşı bırakmak ve barış yapmak için bize başvurmuşlardı. Biz de ateşkes anlaşması ile ilgili maddeleri, Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile 8 Kasımda Ermeni ordusuna bildirdik. 26 Kasımda başlayan barış görüşmeleri 2 Aralıkta sona erdi ve 2/3 Aralık gecesi Gümrü Antlaşması imzalandı.
Baylar, Gümrü Antlaşması, Ulusal Hükümetin yaptığı ilk antlaşmadır. Bu antlaşma ile düşmanlarımızın ta Harşit koyağına kadar olan Türk ülkelerini kendisine bağışlamayı tasarladıkları Ermenistan, Osmanlı Devleti’nin 1877 savaşında yitirmiş olduğu yerleri bize, Ulusal Hükümete bırakarak saf dışı bırakılmıştır. Doğudaki durumlarda önemli değişiklik olması yüzünden, bu antlaşma yerine, daha sonra yapılan 16 Mart 1921 günlü Moskova Antlaşması ile 13 Ekim 1921 günlü Kars Antlaşması geçmiştir.
Baylar, gene o bölgede bulunması dolayısıyla, Gürcistan ile olan işlem ve ilişkimizden de kısaca bilgi vereyim. 1920 yılı Temmuzunda, Batum’u İngilizler boşaltınca Gürcüler hemen ele geçirdiler. Bu durum, Brestlitovsk ve Trabzon antlaşmalarına aykırı olduğundan, 25 Temmuz 1920’de tarafımızdan protesto edilmişti. 8 Şubat 1921’de Ankara’da güven mektubunu sunmuş olan Gürcü Elçisi ile de Türkiye-Gürcistan antlaşması için görüşme başlamıştı. En sonunda, 23 Şubat 1921’de verdiğimiz kesin süreli bir nota üzerine Ardahan, Artvin ve Batum’un tarafımızdan işgal edilmesi kabul edildi. Bundan on beş gün sonra Batum’a girdik. Bu yerlere, Türkiye’ye katılmayı dört gözle bekleyen halkın alkışları arasında girildi. Daha sonra, Moskova Antlaşması gereğince Batum boşaltıldı, ama ele geçirdiğimiz öteki yerlerin anayurda bağlılığı pekiştirildi.
5. Trakya’nın Durumu
Doğu Trakya’da, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti, Trakya-Paşaeli Merkez Kurulu bir kurultay topladı ve bu kurultay, Trakya’nın yönetimini, Trakya-Paşaeli Merkez Kuruluna verdi. Trakya’da Kolordu Komutanı bulunan Cafer Tayyar Bey58, bu merkez kurulunun üyesi olmakla birlikte Edirne Milletvekili olarak da Meclisimize üye seçilmişti. Trakya Merkez Kuruluna ve Kolordu Komutanına verdiğimiz yönerge, Trakya’nın yazgısının bütün ülkenin yazgısına bağlı olduğu ve onunla birlikte düşünülebileceği ilkesine dayanıyordu. Savaş durumu bakımından da verdiğimiz yönerge şu idi:
Üstün kuvvetlerin saldırısına uğranılırsa sonuna değin dayanılacak ve Trakya bütünüyle düşman eline geçse bile, ileri sürülecek herhangi bir çözüm yolu tek başına kabul olunamayacaktır. Öteden beri Trakya’daki komutanın da kararının böyle olduğu söylenmekteydi. Ama son zamanlarda komutan Cafer Tayyar Bey, yabancıların verdiği güvence üzerine, yapılan çağrıyı kabul ederek İstanbul’a gitmiş; ancak dönüşünden sonra durumu bize bildirmişti. Anlaşıldığına göre, Doğu Trakya’nın yalnız başına varlığını koruyamayacağı, ancak Batı Trakya ile birleşerek bir yabancı yönetimle yaşayabileceği yolunda düşünceler aşılanmış… Her halde içgücünü kıracak birtakım propagandalar yapılmış.
Cafer Tayyar Bey İstanbul’da iken tümen komutanlarından Muhittin Bey, İstanbul’dan Kolordu Komutanlığına atanmış. Cafer Tayyar Bey’in Trakya’ya dönmesine izin verilmiş. Cafer Tayyar Bey, İstanbul’daki ilgililerle görüştükten sonra, Muhittin Bey önermişse de artık kolordunun komutanlığını üzerine almamış, Muhittin Bey’in üzerinde bırakmış. Böylece Trakya’nın yazgısı, İstanbul siyasal çevrelerinin etkisine bırakılmış.
Baylar, Trakya’nın özel ve güç durum ve koşul içinde bulunduğuna kuşku yoktu. Ama bu özellik ve güçlükler, hiçbir zaman Trakya’daki kolordunun askerliğin gereklerini ve yurtseverlik ödevini yapmasına engel olamazdı. Eğer bu yapılmamış ise, ulus ve tarih karşısında bundan tek sorumlu Cafer Tayyar Paşa’dır. Tarihte, bütün bir yurdu çok üstün düşman güçleri karşısında, son avuç toprağına değin karış karış, yiğitçesine ve namuslucasına savunmuş ve yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu o nitelikte bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenlerde, komuta edebilmek niteliği bulunsun!
Baylar, komutanlar, askerlik görev ve gereklerini düşünürken ve uygularken, kafalarını siyasal düşüncelerin etkisi altında bulundurmaktan sakınmalıdırlar. Siyasal durumun gereklerini düşünen başka görevliler bulunduğunu unutmamalıdırlar. Komutanların, buyruklarına verilen ulus çocuklarını, ülke araçlarını düşmana, ölüme sürerken düşünecekleri tek nokta; ulusun kendilerinden beklediği yurt görevini ateşle, süngü ile ve ölümle yapmak ve sonuçlandırmaktır. Askerlik görevi ancak bu anlayış ve inançla yapılabilir. Lafla, siyasetle, düşmanın aldatıcı sözlerine kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz. Komutanlık görev ve sorumluluğunu yüklenecek kadar omuzlarında ve özellikle kafasında güç bulunmayanların acı sonuçlarla karşılaşmalarından kaçınılamaz.
Baylar, bir komutanın tutsak olması da bağışlanabilir; ancak, askerlik görev ve gereklerini yapıp uygulamakta elindeki gücü sonuna dek, son süngü ve son soluğa kadar kullandıktan sonra kanını akıtmak fırsatını bulmaksızın düşman eline düşerse…
Baylar, bütün ordusu, üstün düşman ordusu karşısında yenilip kendiliğinden geri çekilirken, kılıcını çekip tek başına atını düşman başkomutanının çadırına sürerek ölüm arayan Türk komutanları görülmüştür. Bir Türk komutanının ordusunu kullanmaksızın, herhangi bir kötü rastlantı ve mutsuzluk sonucu da olsa, düşmana tutsak olmasını biz bağışlasak da tarih, bunu hiç bağışlamaz ve bağışlamamalıdır. Türk Devrim tarihinin gelecek kuşaklara ileteceği sözler ve uyarmalar işte budur!
6. Kuva-yi Seyyare Sorunu
Saygıdeğer baylar, Yeşil Ordu örgütünden söz ederken düşmana karşı kurulacak birlikler konusunda karşıt iki görüşün çarpışmaya başladığını açıklamıştım. Bizim tuttuğumuz düzenli ordu kurma görüşüne karşıt olarak, “milis” diyebileceğimiz bir çeşit örgüt kurma görüşüne genel bir akım vermek için çalışılıyordu. Reşit, Ethem ve Tevfik kardeşler, Kütahya yakınında “Kuva-yi Seyyare” adı altında ellerinde bulunan güce dayanarak bu akımın başında ve çok ateşli bir biçimde çalışıyorlardı.
Batı Cephesi’nde, orduda ve halk arasında ve dahası Mecliste bu akım için yapılan propaganda o kadar güçlü ve etkili bir duruma geldi ki, “Ordudan fayda yoktur dağılsın! Hepimiz Kuva-yı Milliye olalım!” sözleri her tarafta kulakları doldurmaya başladı.
Batı Cephesi birlikleri arasında, Kuva-yı Milliye durumunda, bir bölge ve bir cepheyi elinde tutan Ethem Bey birliğinin erleri, sanki seçkin ve ordu erlerinden üstün, ayrıcalıklı görülmeye, imrenilecek durumda sayılmaya başlandı. Ethem Bey ve kardeşleri de herkes üzerinde bir tür güç ve egemenlik kurmaya başladılar… İşte bu sıralardaydı ki Batı Cephesi Komutanı, Genel Kurmay Başkanlığı’na, Ethem ve Tevfik kardeşlerin etkisiyle olduğu sanılan bir öneride bulundu: “Yunan ordusunun Gediz yakınında ayrı olarak bulunan bir tümenine saldırmak!”
Genelkurmay Başkanlığı, Batı Cephesi Komutanlığı’nın bu önersini kabul etmedi. Çünkü düşman ordusu genel olarak bizim ordumuzdan daha güçlüydü. Biz, daha ordumuzu kurmuş ve düzene sokmuş değildik. Cephanemizin miktarı da ağırdan almamızı gerektiriyordu. Bütün cephe birliklerimize başvurarak ve az çok üstün bir güç toplayarak, Gediz’de düşmana karşı belki çabucak bir başarı kazanabilirdik. Fakat birliklerimiz ve hazırlığımız, böyle bir başarıyı genel ve sonuçlu bir başarıya götürmeye uygun değildi. Durum böyle olunca, bütün işe yarayan güçlerimizi, sınırlı ve geçici bir başarı elde etmek için kullanmış ve yıpratmış olacaktık. Buna karşın, düşman bütün güçleriyle bir karşı saldırıya geçerse, her tarafta yenilgi kesin olurdu. Bundan dolayı da cephenin ve Hükümetin şimdilik ordu kuruluşunu genişletip artırarak cepheyi güçlendirmeye çalışması gerekiyordu. Ülkenin ölüm kalım sorunu anlamına gelen Batı Cephesi’nde özel ve sınırlı düşüncelere kapılmak uygun görülmüyordu.
(Atatürk, Söylev’inin bu bölümünde, Genelkurmay Başkanı’nın Gediz saldırısının yapılmaması için ısrarcı olduğunu; ancak buna karşın Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa’nın buyruğu ile 24 Ekim’de 1920’de, Türk ordusunun yenilgisi ve çekilmesiyle sonuçlanan bir saldırı yapıldığını aktarıyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:)
7. Batı Cephesi’nin Yeniden Yapılandırılması
Baylar, her başarısızlığın sonunda birtakım dedikoduların ortaya çıkması beklenmelidir. Gediz Savaşı’ndan sonra da genel durum acıklı bir görünüş alınca, her yerde dedikodular ve haklı haksız eleştiriler başladı. Bazıları ve hele “Kuva-yi Seyyare”ciler, Ethem ve kardeşleri, bütün suçu cephe komutanına ve düzenli ordu tümenlerine atarak, kendilerinin güç durumda bırakılmış oldukları yolunda propaganda yaptırıyorlar ve “Ordu komutanı, yanılgılarını kapatmak için suçu bize yüklüyor” diyorlardı. Ordu da “Kuva-yi Seyyare”nin hiçbir iş yapmadığını, yapmaya da gücü yetmediğini ve savaşta verilen buyruklara uymadığını, her zaman tehlikeden uzak bulunduğunu ileri sürüyor ve kanıtlıyordu.
(Atatürk, Söylev’inin bu bölümünde, kimi yurt haini iktidar sahiplerinin düşmanlarca satın alınmasının yıkıcı etkilerinden söz etmekte ve böyle bir durumu önleyebilmenin tek yolu olarak da halka kılavuzluk yapacak güvenilir ve yurtsever bir siyasal partinin kurulmasını ve ulusun temsilcilerinin seçilmesinde çok dikkatli ve kıskanç olunmasını önermektedir. Bu bağlamda verdiği örneklerden birisi de yabancıların desteğiyle bir ters düzen girişimi içinde olan Tokat Milletvekili Nazım Beyin Meclis tarafından İçişleri Bakanı seçilmiş olmasıdır. Nitekim bu tür olasılıkları önleyebilmenin bir yolu olarak 4 Kasım 1920’den başlayarak, Bakanların TBMM Başkanı tarafından önerilmesi ve Meclis tarafından salt çoğunluk ilkesine göre seçilmesi yöntemine geçilmiştir. Atatürk, bu örnek olayların ardından sözlerini şöyle sürdürmektedir:)
Gediz Savaşı’ndan, onun maddesel ve tinsel can sıkıcı sonuçlarından sonra, Fuat Paşa’nın cephe üzerindeki komutanlık etki ve erki sarsılmış gibi görünüyordu.
Baylar, artık Ali Fuat Paşa’nın Batı Cephesine komuta edemeyeceği kanısına varmıştım. O günlerde Moskova’ya da bir elçilik kurulu göndermemiz gerekiyordu. Öyleyse, Fuat Paşa büyükelçi olarak Moskova’ya gidebilirdi. Batı Cephesi de çok ciddi ve dikkatli bir çalışma istediğinden, bu cephe komutanlığını da zaten genel askerî eylemleri yürütmekte olan Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa’ya ek görev olarak vermek en ivedi ve uygun bir önlem olacaktı. Bir yönden de gerek iç ayaklanma ve direnmelere karşı gerek savaş açısından, güçlü bir süvari kuruluşuna duyulan gereksinim açıktı. Yalnızca bu kuruluşu kurabilmek için de İçişleri Bakanı bulunan Refet Bey’e ek olarak bu görevi de vererek, kendisini Konya ve dolaylarına göndermeyi uygun buluyordum. Çünkü Refet Paşa, çeşitli zamanlarda çeşitli nedenlerle Konya’ya, Denizli’ye gitmiş, Batı Cephesi’nin güney kesimi ile ilgilenmiş ve o kesimle ilgisi bulunan bölgeleri tanımış bulunuyordu. Öyleyse sorunu şöyle çözebilirdim: Cepheyi ikiye ayırmak; önemli kesimleri içeren alanı Batı Cephesi diye adlandırarak İsmet Paşa’nın komutasına vermek; güney kesimini de Konya dolaylarına göndereceğim Refet Paşa’ya vermek ve her iki cepheyi birden doğrudan doğruya Genelkurmay Başkanlığı katına bağlamak. Genelkurmay Başkanlığı’na da Millî Savunma Bakanı bulunan Fevzi Paşa vekillik edebilirdi.
Baylar, 8 Kasım 1920’de, Fuat Paşa Ankara’ya geldi. Karşılamak için ben de istasyonda bulunuyordum. Paşa’yı omzunda bir filinta olduğu halde Kuva-yi Milliye giysisi içinde gördüm. Batı Cephesi Komutanı’na bu giysiyi benimseten düşünce ve anlayış akımının bütün Batı Cephesi üzerinde ne kadar etkili olduğunu anlamak için artık duraksamaya yer kalmamıştı. Onun için Fuat Paşa’ya kısa bir gerekçeden sonra, yeni alabileceği görevi söyledim. Hoşnut olarak kabul etti. Aynı günün gecesi İsmet ve Refet Paşaları da çağırarak yeni durumu ve görevlerini kararlaştırdık. Kendilerine verdiğim kesin yönerge: “İvedilikle düzenli ordu ve büyük süvari gücü oluşturmak” idi. Böylece 1920 yılı Kasımının sekizinci günü “düzensiz örgüt düşüncesi ve siyasetini yıkmak kararı” eylem ve uygulama alanına konulmuş oldu.
SÖYLEV (1919-1927) ve DEMEÇLER (1928-1938) syf: 159-178