Baylar, beni gerçekten içten gelen parlak ve güven verici duygularla karşılamış olan Sayın Ankara halkı ile daha yakından tanışmak ve onlarla görüşmek bir ödev olmuştu. Onun için -görüşmek üzere- çağırdığımız milletvekillerinin gelişlerini beklediğimiz günlerde, toplanan Sayın Ankaralılara, bir konferans vermiştim. Bu konferansta temel olarak aldığım noktalar üzerinde kısaca konuşayım.
Vilson ilkeleri: Bu ilkelerin 14 maddesinden Türkiye’yi ilgilendirenleri vardı. Aslına bakılırsa yenilmiş ve Ateşkes Anlaşması imzalamış olan Osmanlı Devleti, bu ilkelerin gönül okşayıcı göz aldatıcı görünümüyle bir zaman oyalandı. 30 Ekim 1918, Mondros Ateşkes Anlaşması maddeleri ve özellikle bu maddeler arasında yedincisi, beyni yakan ateşli bir ağı idi. Yalnız bu madde bile, yurdun geri kalan kısmını, düşmanların almasına hazır bir durumda bulundurmaya yeterdi!
İstanbul’da, birbiri ardınca gelen ve güçsüz kişilerle kurulan hükümetler onursuz, özsaygısız, aşağılık görünüşleriyle, suçsuz ve yazgıya boyun eğmiş ulusun simgesi tanındı, saygıdeğer bir durumda görülmemeye başlandı. Bu yüzden, dünyanın uygar devletleri, uygarlık gereğini unutacak kadar saygısız oldular. Öteden beri, Türk ulusuna karşı, dünyanın dört bucağında yapılan en mantıksız propagandalar, her zamandan çok dinlenmeye değer görüldü. Dokuz aydan beri, başlayan ulusal uyanış ve çalışma, durumu ve görünümü değiştirdi daha da çok değiştirecektir. Ulus, gerçekleşen birliği korur ve bağımsızlığı için özveriden çekinmezse başarı kesindir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde saptanan ilkeler, ulusun ulaşacağı amaçlar için temel olacaktır. Ferit Paşa Hükümetini düşüren ulustur. Ancak Ali Rıza Paşa Hükümetini iş başına getirme sorumluluğu ulusun değildir. Ama bu konuda uzlaşmış durumdayız.
Baylar, şimdi de Ankara’ya gelen milletvekilleriyle ilişki kurmaya ve görüşmeye başlayalım: Milletvekilleri, hepsi bir günde ya da çeşitli günlerde topluca bulunamadılar. Tek tek ya da küçük küçük topluluklar olarak gelip gittiler. Bu kişilerin ya da toplulukların tümüne, ayrı ayrı hemen aynı temel noktaları günlerce ve birçok kez anlatmak zorunda kaldık. Her şeyden önce, iç gücünün, yürek ve vicdan gücünün yüksek tutulması gerekir. Bunu bilirsiniz. Biz de bu gücü artırmak üzere: İlkin, iç ve dış durumun güven ve iç açıcı nitelikte gelişim gösteren noktalarını ve yönlerini araştırarak açıklamaya ve kanıtlamaya çalıştık. Sonra, belirli bir amaçta bilinçli ve kararlı olarak birleşmenin, sarsılmaz bir güç olduğu gerçeğini, yorulmaksızın yineledik. Bir toplumun yaşamasının kalıcılığının ve mutluluğunun, ancak dilekte ve dileği gerçekleştirme yolunda tam birlik olmasına bağlı bulunduğunu açıkladık. “Yurdun kurtarılması, bağımsızlığın sağlanması” amacına yönelmiş olan ulusal birliğimizin, köklü ve düzenli örgütlerin varlığı ve bu örgütleri iyi yönetebilecek kafaların ve güçlerin bir tek beyin, bir tek güç olarak birleşmiş ve kaynaşmış duruma gelmesi ile ereğe ulaşılabileceğini söyledik ve bu arada, İstanbul’da açılacak Mebuslar Meclisinde, güçlü, dayanışmalı bir grup oluşturulması zorunluluğunu ortaya koyduk.
Ulus, ancak devletlerin yıkılma ve çökme kargaşaları içinde bulunduğu zamanlarda, tarihin yazdığı çok önemli ve korkunç günler yaşıyordu. Böyle anlarda, yazgısını kendi eline almak uyanıklığını gösteremeyen ulusların geleceği, karanlık ve yıkım doludur. Türk ulusu bu gerçeği anlamaya başlamıştı. Bu anlayış sonucuydu ki kurtuluş umudu veren, her içten çağrıya koşmakta idi. Ancak uzun yüzyılların uyuşturucu yönetim ve eğitiminin, bir toplumun etkisinden, bir günde, bir yılda kurtulabileceğini düşünmek ve kabul etmek doğru değildir. Bu nedenle, durumu ve gerçeği bilenler, elinden geldiği ölçüde, kendi ulusunu uyarıp aydınlatarak, onlara, kurtuluş yolunda kılavuzluk etmeyi, en büyük insanlık ödevi bilmelidirler.
Türk ulusunun yüreğinden, vicdanından kopup gelen en köklü, en belirgin istek ve inanç belli olmuştu: Kurtuluş! Bu kurtuluş çığlığı, Türk yurdunun tüm ufuklarında yankılanmaktaydı. Ulustan, başka bir açıklama istemenin yeri yoktu. Artık, bu isteği, dile getirmek kolaydı. Nitekim Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, ulusal istek belirtilmiş ve dile getirilmişti. Bu Kongrelerin ilkelerine bağlı olduklarını söyledikleri için ulusça vekil seçilen kişiler; her şeyden önce, bu ilkelere bağlı kimselerden, bu ilkeleri yayan dernekle ilgisini gösterir ad ve sanda bir grup kuracaklardı: “Hakları Savunma Derneği Grubu”… İşte bu grup, ulusal örgüte ve dolayısıyla ulusa dayanarak her nerede olursa olsun, ulusun kutsal isteklerini korkmadan dile getirecek ve savunacaktı.
Baylar, ulusun istek ve amaçlarının da kısa bir programa temel olacak biçimde topluca yazılması görüşüldü. Ulusal Ant48 adı verilen bu programın ilk karalamaları da bir düşünce vermek amacıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisinde bu ilkeler, gerçekten toplu olarak yazılmış ve saptanmıştır.
Baylar, görüştüğümüz tüm kişi ya da kişiler, bizimle, düşünce ve görüş birliği yaparak ayrılmışlardı. Ama İstanbul Meclisinde, “Hakları Savunma Derneği Grubu” diye bir grup kurulduğunu işitmedik. Niçin?! Evet, niçin? Buna bugün yanıt isterim! Çünkü Baylar, bu grubu kurmayı, vicdan borcu, ulus borcu bilmek durum ve yeteneğinde bulunan baylar inançsızdılar… korkaktılar… bilgisizdiler. İnançsızdılar; çünkü ulusal isteklerin gerçekliğine, kesinliğine ve bu isteklerin dayanağı olan ulusal örgütün sağlamlığına inanmıyorlardı. Korkaktılar; çünkü ulusal örgütten olmayı tehlikeli görüyorlardı. Bilgisizdiler; çünkü tek kurtuluş dayanağının ulus olduğunu ve olacağını kavrayamıyorlardı. Padişaha dalkavukluk ederek, yabancılara hoş görünerek, yumuşak ve nazik davranarak, büyük ülkülerin gerçekleştirilebileceğine inanma aymazlığını gösteriyorlardı.
Bundan başka, Baylar, iyilikbilmez ve bencildiler… Ulusal düşünce ve ulusal örgütün, kısa bir sürede sağladığı onuru ve varlığı küçümsüyorlardı. Yaratılan durumun ve varlığın kolayca elde edilebileceği sanısına ve kuruntusuna kapılmakla çirkin büyüklenme duygularını doyurup kandırmak istiyorlardı. Erzurum’da, Sivas’ta söylenmiş, saptanmış bir adı olduğu gibi kabul etmek küçüklük olmaz mıydı?! O addan daha anlamlı ad mı yoktu?! Evet, işittik Baylar; varmış: “Fellâh-ı49 Vatan Grubu”
Baylar, geçmişle ilgili evreleri ve olayları; burada anlatabileceğim çerçeve içinde, gerçeğe uygun olarak saptamak kararındayım. Bunun için, tam üzerinde bulunduğumuz noktayla ilgili bir konuyu da açık yürekle bilginize sunacağım.
Ben, Mebuslar Meclisinin, İstanbul’da saldırıya uğrayacağını, dağılacağını kesinlikle bekliyordum. Böyle bir durumda, başvurulacak önlemi de kararlaştırmıştım. Hazırlık ve gerekli düzenlemeler de başlamıştı. Ankara’da toplanmak… İşte bu görevi yaparken, ulusça, yanlış anlaşılmaya yol açmamak için önlem olarak da bir şey düşünmüştüm. Mebuslar Meclisi Başkanlığına seçilmek… Amacım, dağıtılan milletvekillerini, Mebuslar Meclisi Başkanı niteliği ve yetkisiyle, çağırmaktı. Gerçi bu önlem, ancak görünüşü kurtarmak için ve geçici olarak işe yarardı. Ama herhalde, bunalımlı zamanlarda, yararı geçici olsa da her türlü önlemin alınmış olması gereksiz sayılamaz. Gerçekte İstanbul’a gitmeyecektim. Ama bunu açığa vurmaksızın, zaman kazanacak ve geçici olarak görev başında bulunmuyormuşum gibi durum ve işler düzenlenecek ve Meclis, başkan vekillerince yönetilecekti. Bu önlemin uygulanması, elbette, Meclise katılan ve işin aslını kavramış olması gereken arkadaşların yardım ve çalışmalarıyla olabilecekti.
Baylar bunu, gereken kişilere söyledim. Düşüncemi ve görüşümü uygun buldular. Bu yolda çalışacaklarına söz ve güvence vererek İstanbul’a gittiler. Ama pek az, belki bir ya da iki arkadaştan başkasının, bu konunun sözünü bile etmediklerini öğrendim. Bu sorunda üstün gelen düşünüş ve mantık şu imiş: Bunca milletvekili içinde Meclis Başkanı olacak yeterlikte bir adam bile yok mudur ki Meclise gelmemiş olan bir milletvekilini kendi yokken başkan seçeceğiz… Meclisi oluşturan sayın üyeleri bu denli yetersiz göstermek yabancılar üzerinde kötü etki yapmaz mı? Bir başka mantık da şu: Meclis Başkanlığına Ulusal Güçlerin başkanını seçmekle daha ilk günden, Meclis üzerine kuşku ve saldırı çekmeye yol açmıştır. Akıllı işi değildir. Bu türlü düşünen ve mantık yürütenlerin bana pek de uzak kişiler olmadıklarını görenler, susmayı yeğ tutmuşlar.
Baylar, açıkça söylemeliyim ki bu önlemin alınmamış olması, Meclis dağıldıktan sonra, beni küçük bir güçlükle karşılaştırmıştır. Bunu da sırası gelince bilginize sunacağım.
Baylar, Mebuslar Meclisi, 12 Ocak 1920 günü açılmıştı. Aşağı yukarı on gün sonra, Milli Savunma Bakanının 21 Ocak 1920 günlü bir telini aldım. Olduğu gibi bilginize sunuyorum:
Geciktirilmesi sorumluluğu gerektirir. Harbiye, 21.01.1920
Ankara’da Yirminci Kolordu Komutanlığına Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne,
İngilizler, hükümete verdikleri bir notada, benimle Cevat Paşa Hazretleri’nin görevden çekilmemizi istediler. Hükümetçe, olmaz diye şiddetle bir karşılık verildiyse de durum hükümetin kalmasını ve yalnız benimle Cevat Paşa’nın çekilmemizi gerektirdi. Milli Savunma Bakanlığına Salih Paşa vekillik edecektir. Hükümeti güç duruma sokacak bir davranışta bulunulmamasını rica ederim. Yoksa durum düşündüğümüzden daha ağır olur.
Milli Savunma Bakanı Cemal
(Atatürk burada, Cemal Paşa’ya, notanın olduğu gibi gönderilmesini ve inceleme yapıldıktan sonra kendilerini bilgilendirileceklerini belirten bir tel yazdığını; ancak, Cemal Paşa’nın, kendilerine kısaltılmış bir nota örneği gönderdiğini açıklamakta ve konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)
Cemal Paşa bu notada, Aydın cephesinin söz konusu edilmediğine işaret etmekle bilmem ne demek istiyor? Kuşku yok ki söz konusu olan Aydın Cephesidir, ona yardım işidir ve Ulusal Güçlerdir. Yalnız Cemal Paşa bu dokundurmasıyla, işleri bu duruma sokanın Temsilciler Kurulu olduğunu anlatmak istemektedir. Cemal Paşa’ya bu teline yanıt olarak yazdığım telle şu buyruğu verdim:
Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa Hazretlerine, 22.01.1920
Görevden çekilerek İngilizlerin isteğine uymanız öyle ağır bir durum yaratır ki sizin çekilmemekle ortaya çıkacağını düşündüğünüz durumdan daha ağır olur. Bundan başka Temsilciler Kurulunun bir delegesi olan sizin, Temsilciler Kurulunun haberi olmaksızın ve dahası, onun görüşüne karşın çekilmeniz kabul edilemez. İngilizlerin sizi zor kullanarak, görevden ayırabileceklerini bile biz hesaba kattık ve tez elden önlemler aldık. Şu duruma göre, önce notayı, olduğu gibi bildirmenizi, sonra olup bitenlerden bilgi vererek kararımızı beklemenizi ve sarsılmaksızın görevinizde kalmanızı kesin olarak istiyoruz.
Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal
(Atatürk Söylev’in bu bölümünde Sadrazam Ali Rıza Paşa ile Cemal Paşa’ya yazdığı telyazılar hakkında bilgi vermektedir. Buna göre, Ali Rıza Paşa’ya yazdığı telde, İngilizlerin Cemal ve Cevat Paşaların görevden alınmalarını istemelerinin siyasal bağımsızlığa saldırı niteliği taşıdığını bildirirken; Cemal Paşa’ya yazdığı telde de kendisinden görevini bırakmamasını beklediklerini iletmiştir. Ali Rıza Paşa, söz konusu notanın her ne kadar Fransa ve İtalya’nın da imzaladığı ortak bir nota olduğunu bildirmiş ve tüm sorunların parlamentonun açılmasıyla çözüleceğini dile getirmişse de Atatürk, siyasal bağımsızlığa karışan İngilizlerin, Meclisin toplanmasına ve alacağı kararlara da karışacağından kuşku duyduğunu açıklamıştır. Atatürk, bununla da kalmayıp, önemli birlik komutanlarının dikkatini çekerek düşüncelerini sormuş, İstanbul’daki telgraf haberleşmesinin güvenliğinin sağlanması için ilgili komutanlığa buyruk vermiş ve gizli bir tel ile tüm milletvekillerinden İngiltere’yi kınamalarını ve gerekirse Anadolu’ya geçmelerini istemiştir.)
Baylar, ayrıca Rauf Bey’e de 23 Ocak 1920’de, 10. Kafkas Tümeni Komutanı aracılığı ile yazdığım gizli telde: “Milli Savunma Bakanının ayrılması bir oldubitti olmakla birlikte, bu işin önemi sürüp gidiyor” dedim. Anlaşma Devletleri temsilcileri, Hükümetimizi istedikleri biçimde kurmak yolunu tutmuş oluyorlardı. Yarın, Meclisin güveneceği bir Hükümete karşı da böyle davranmalarına örnek hazırlamış oluyordu. Hükümetin, ulusa ve basına bilgi vermeden, bir hükümet sorunu yapmayarak boyun eğmesi, ulusun bağımsızlığını zedeliyordu. Olayı kapatmayarak, ulusun bağımsızlığını koruyamadığı için, Hükümeti Mebuslar Meclisinde açıkça düşürmek gerekirdi. İşte, bütün bunları Rauf Bey’e yazdım.
Baylar, yabancıların İstanbul’da saldırıları artırarak bakan ya da milletvekillerinden kimilerini tutuklamaya başlayabileceklerini kestirip karşılıklı olmak üzere, Anadolu’da bulunan yabancı subayların tutuklanmasına karar verdim. Bu kararımı ve buna göre önlem alınmasını, 22 Ocak 1920 günü Ankara, Konya, Sivas ve Erzurum’daki Kolordu Komutanlarına, kişiye özel olarak gizli bir telle buyurdum.
Baylar, milletvekillerine yazdığım tele, Vâsıf, Rauf, Bekir Sami Beylerin birlikte imzaladıkları yanıt geldi. Bu yanıtta; Meclis resmî olarak görüşmelere başlayınca, günün sorunu dolayısıyla Hükümet çekilecektir. O zamana değin, durumun esenliği için Hükümetin iş başında bırakılması gerekmektedir. Siz, bir girişimde bulunmayınız ve karışmayınız. Buyruklarınızı bize bildiriniz. Görüşlerinizin bütün ilgililer katında gereği gibi savunulacağına inanınız, denilmekteydi. Ben ne Hükümete ne de Meclise bir şey yazmamaya karar vermiş ve artık işi sayın milletvekili arkadaşlarımıza bırakmıştım.
Baylar, İstanbul’daki kişilerin ne gibi öğütlere uyarak davranışlarını düzenlediklerini belirtmek için, şu kısa bilgiyi sunayım: Filan siyasal temsilci, çok namuslu, doğru sözlü ve Türk dostuymuş. Bu kişi, çok içten ve üzüntülü bir dille demiş ki eğer Milli Savunma Bakanı ile Cevat Paşa çekilmeseydiler, Milli Savunma Bakanlığına el konulacaktı. Ulusal Güçlerin gösterdiği suskunluk ve yılmazlık, kimilerini çıldırtıyordu. Ancak tez canlılık göstermeyin, ezilirsiniz. Bana inanın. Aşağılama varsa, yapanlar utansın. Belki daha delilikler olacaktır. Ancak siz, sakın delilik yapmayın. İstanbul’daki kişiler; biz, bu sözlerin içtenliğinden kuşkulanmıyoruz, diyorlardı.
Baylar, milletvekilleri, İstanbul’da toplanmalarından bir hafta sonra, başkanlık kurulu seçimi üzerinde ve dolayısıyla Meclis Başkanlığı üzerinde görüşmeye başlamışlar. Bir yerde işaret etmiştim ki ben, Meclis Başkanı seçilmeyi, kimi yararlarından ötürü, gerekli bir önlem saymış ve gereken kişilere görüşümü bildirmiştim. İşte, anlattığım gibi, bu konu üzerinde görüşülmeye başlandığı günlerde, 28 Ocak 1920 ve 1 Şubat 1920 günlerinde Rauf Bey’in yolladığı yazılarda, birtakım düşüncelerden sonra, “Biz, pek büyük sakınca doğuracak olan bu işi ileri sürmekten vazgeçiyoruz.” denmekte ve “… özel, gizli bir toplantıda yeniden söz konusu oldu. Şeref Bey, seçilmenizin yararlarından söz etti… Seçimde oyların dağılacağı yeniden kesin olarak anlaşıldığından, ulusun başında Ulusal Meclise, gözcü olarak kalmayı öteden beri yeğlediğinizi söyledik ve sizin için alkışlarla içten gösteriler yapıldığını gördük. Genel toplantıda Reşat Hikmet Bey Başkan, Hüseyin Kâzım Bey birinci ve Hoca Abdülâziz Mecdi Efendi ikinci başkan vekili seçildi.” haberi verilmekteydi.
Baylar, benim başkanlığımdan söz eden, demek ki yalnız Şeref Bey oluyor. Öteki kişiler, başkanlığa seçilmemin niçin söz konusu olduğunu, gizli yapıldığı bildirilen bu toplantıda, anıştırma yoluyla olsun, söyleyemiyor. Sağlam gerekçelere dayanarak, benim başkan seçilmemi söz konusu etmeliydiler. Ondan sonra, oyların dağılıp dağılmayacağını incelemeliydiler. Yalnız Şeref Bey’in sözleri üzerine, genel eğilimin yönü yolunda yargıya varmak, yerinde bir iş olmayabilirdi.
Baylar, Rauf Bey’in başkanlık konusundaki açıklamasına verdiğim karşılıkta demiştim ki: “İleri sürülen sakıncalar önceden enine boyuna düşünülen şeylerdir. Benim başkan olmamı gerektiren nedenler bellidir; Ulusal Güçlerin ulusça kabul edildiğini berkitmek, Meclis dağılırsa başkanlıkla ilgili görevleri güvenle yapmak, hayatımızla uyuşmaz bir barış önerisi karşısında ulusal ayaklanma yapılırsa başkan olarak ulusun nesnel ve tinsel bütün gücünü savunmayı yöneltmek düşünceleridir. Sözlerinizden, savunmayla ilgili bu nedenlerin, bugün İstanbul çevresinde savsaklanabilir görüldüğü anlaşılıyor. Eğer doğru düşünmemek yüzünden, ulusal savunmada bugün ya da gelecekte aksaklıklar belirirse, sorumluluk, yanlışlığı yapanlara düşer. Bu işi benim kişisel düşüncelerle istemediğim yolunda güvence vermeye gereklik yoktur.”
Baylar, Milli Savunma Bakanının ve Genelkurmay Başkanının zorla düşürüldüğünü biliyoruz. Meclis Başkanlığına seçilen rahmetli Reşat Hikmet Bey’in, bir uydurma nedenle yabancılarca tutuklandığını öğrenmiştik. İstanbul’da bulunan Temsilciler Kurulu üyelerinin tutuklanmalarının düşünüldüğü, Rauf Bey’in 28 Ocak 1920 günlü teliyle bildiriliyordu. Bu olaylardan, Ulusal Güçlere karşıt davranışlar bulunduğu, Meclisin dağıtılma olasılığı ve dolayısıyla, ulusal savunmaya girişme zamanının daha da yaklaştığı belli oluyordu. Ama bu gerçeği sezinleyen azdı. Baylar, Reşat Hikmet Bey’in kurtarılması için de Ankara’dan çalışmak gerekti. Rauf Bey’in Meclis durumunu anlatan 27 Ocak 1920 günlü gizli telinde kaygı uyandıracak kimi cümleler vardı. Örneğin; Hükümet, başlangıçta çekilmeyi düşünmüş ama çekilmemiştir. Meclisin bugünkü durumu, bu sorunu çözmeye elverişli değildir. Buradaki milletvekillerinin durumları, ulusun Maraş çevresindeki olaylarla ilgili olarak gönderdiği telleri, Genel Kurulda okumaya bile elverişli değildir. Anlaşma Devletleri’nden filan falana ayak uydurmamızı öğütlüyor. Toplanacak yerimiz yoktur.
Rauf Bey’e 7 Şubat 1920’de yolladığımız bir yazıda, şu görüşlerimizi bildirdik: Milletvekilleri, İstanbul’daki iç ve dış etkiler altında, barışı sağlama ülküsünü bir yana bırakarak, kulluk, yükselme isteği, kıskançlık, kuruntu… gibi etkenlerle bölünmüşlerdir. Arkadaşlarımız, çok sayıda milletvekilinden oluşan bir çoğunluk elde edebilmek için kendi düşünce ve inançlarından boyuna özveride bulunmuşlar ve uysal davranma ereğiyle, Hükümet ve bilinen çevreler üzerindeki etkilerini büsbütün yitirmişlerdir. Düzeni bozmamak kaygısıyla sürdürülürse, ulus yararına aykırı isteklere ve türlü türlü tutkulara araç olmaktan, ulusal işleri baltalayıcı kararlar alınmasını önleyememekten, korkulur. Bu duruma karşı önlem şudur: İlkelerimize yüzde yüz bağlı arkadaşlardan oluşan, azınlık bile olsa, bir grupla yetinmek… Bunun sakıncası uysallıktan azdır. Hükümeti, kayıtsız koşulsuz düşürmek gerekir. Kesin savaşım durumu alınması gerekir.
Baylar, Ali Rıza Paşa Hükümeti çekilmemiş, Meclis de başına iş açmaktan sakınarak, düşürme yoluna gidememiş ve kimi üyeleri değiştirilmiş olan Ali Rıza Paşa Hükümetine güvenoyu vermiştir. Ali Rıza Paşa Hükümetinin, Meclis önünde okuduğu bildiriyi bilmem anımsar mısınız? Bu bildiride: Sadrazam Paşa, yaptığı en önemli görevi sözlerine başlangıç olarak alıyor; İstanbul Hükümeti ile Anadolu arasında haberleşmenin kesilmesine dek varan anlaşmazlığın giderilmesini başardığını, bundan böyle ulusal istencin yüksek Mecliste belireceğini, artık meşrutiyet kurallarına eksiksiz uymaya hiçbir engel düşünmediğini söylüyor.
Baylar, bu sözlerle, Temsilciler Kurulunun ulusal istenç adına iş görmesine ve meşrutiyet kurallarına uygun işlere engel olmasına artık yer olmadığı üstü kapalı olarak anlatılmak isteniyor. Daha dün, Ulusal Meclisin, İstanbul’da toplantıda bulunduğu sırada, ulusal istence de uluslararası kurallara da aykırı olarak, kendilerinin ve kendileriyle birlikte, Meclisin ve ulusun ne denli ağır bir saldırıya uğradığını söylemeyi gerekli görmeyen Sadrazam, gene Temsilciler Kurulunu jurnal ederek gönlünü rahatlatmaya çalışıyor ve bizim sayın milletvekili arkadaşlarımız da bu sözleri tam bir sessizlikle dinliyorlar. Hükümet, siyasal topluluklara karşı yansızlıktan ayrılmadığını ve ayrılmayacağını belirtikten sonra, bugüne değin elde ettiği başarıların değerlendirilmesini Meclise bırakıyor. Sadrazam, devlet işlerinin düzeltilmesi gerektiğini söylemekle, Osmanlı Devleti’nin, her yabancı devlet baskısı karşısında kaldıkça izlediği eski yöntemi yeniden dirilterek, dünyaya, yeni düzeltmelere girişileceği yolunda söz veriyor. Büyük ölçüde yetki genişliği vereceğiz. Azınlıkların haklarını güven altına almak için nispi temsil kuralına başvuracağız. Adalet, maliye, bayındırlık ve güvenlik işlerinde, dahası, sivil yönetim işlerinde bile yabancılara yeterince denetleme yetkisi vereceğiz, diyerek düşündükleri düzeltmelerin ilkelerini sayıyor. Sadrazam Paşa, dışişlerinden söz ederken de Ateşkes Antlaşması koşullarından ayrılmamak Hükümetçe gerekli görülmektedir, diye söz veriyor; öte yandan: “İzmir’e Yunanlıların girişi yüzünden oluşan ayaklanmayı sona erdirecek, ancak barıştır” demekle yetiniyor ve “Dayancın ve sağgörünün” güçlüğü kolaylığa döndüreceğine tam kanısı olduğunu söyleyerek bildirisini bitiriyor.
Baylar, Mebuslar Meclisinin onayına sunulan bu bildiriyi inceleyip yorumlamakla burada vakit geçirmeyi gereksiz sayarım. Yalnız Baylar, Sadrazam Ali Rıza Paşa’nın ve Hükümetinin içyüzünü ve utanmazlığını gösteren bir belgeyi, olduğu gibi bilginize sunmama izin vermenizi rica edeceğim:
Çok ivedidir. İstanbul’dan 14 Şubat 1920
llere ve Bağımsız Sancaklara
Bu kez Mebuslar Meclisinde okunup büyük bir çoğunlukla onaylanan ve Hükümete güvenoyu verilen programın önemli noktalarından birinde belirtildiği üzere: Artık meclis toplanarak, ulusun her türlü isteklerinin belireceği tek yer niteliğiyle Tanrı’ya şükür çalışmaya başladığına göre, meşrutiyet kurallarının bütün engel ve etkilerden uzak olarak, eksiksiz işlemesi gereken yurdumuzda, bu meclisten başka yerde, ulusal istenç adına söz söylemeye ve istekler ileri sürmeye yer ve olanak kalmadığından, hükümet işlerine karışma sayılıp cezalandırılması gerektiği bildirilir.
Sadrazam Ali Rıza
Baylar, böyle bir genelgeye ne gerek vardı! Temsilciler Kurulunu ulus gözünde, küçük düşürmekten, onun cezalandırılabileceğinden söz etmekte ne yarar vardı? Eğer Temsilciler Kurulu zaman zaman Hükümetin dikkatini çekmeye gereklik görüyor idiyse, bunun ne denli temiz ve yüksek düşüncelerle olduğundan ve ne denli yurtsever zorunluluklarla yapıldığından daha da kuşku duyulabilir miydi? Temsilciler Kurulunu, dolayısıyla ulusun birliğini ve dayanışmasını ortadan kaldırmayı başlıca erek bilen Hükümet, Aydın, Adana, Maraş, Urfa, Antep50 cephelerinde yapılmakta olan çarpışmalardan ise hiç de duygulanmış görünmüyordu. Yabancı Devletlerin, doğrudan doğruya hükümetlerine yapmış oldukları saldırıdan Hükümet üzüntü duymuyordu. Şunu da açık olarak söylemeliyim ki her türlü ulusal isteklerin belirdiği tek yer olması gereken Ulusal Meclisin, Sadrazam Paşa’nın Tanrı’ya teşekkür ederek söylediği gibi çalışmaya başladığı da ne yazık ki görülmüyordu.
Baylar, Sadrazamın bu bildirisi üzerine biz de şu genel bildirimle ulusun dikkatini çekmeyi gerekli gördük:
Genelge 17.02.1920
Ulusal istencin yasaya göre belirdiği yer olan Mebuslar Meclisini açarak ulusal egemenliği berkitmeyi başaran Derneğimizin en önemli ve köklü ödevlerinden biri de ulusal isteklere uygun ilkelere göre bir barış yapılıncaya dek, ulusal birliği korumaktır. Derneğimiz, her güçlüğü yenerek ulusal varlığı koruma yolundaki kurtarıcı çalışmalarını, ulusal amacın gerçekleştirilmesine değin, daha büyük bir dayanç ve inançla sürdürecektir. Bundan dolayı, yaşama ve var olma temeline dayanan Ulusal Örgütlerimizin, yurdun her köşesinde genel ve yaygın olarak oluşturulmasının eskisi gibi sürdürülmesini, bütün merkez ve yönetim kurullarından, bir kez daha yineleyerek rica ederiz.
Anadolu ve Rumeli Hakları Savunma Derneği adına Mustafa Kemal
Baylar, İstanbul’dan gelen 19 Şubat 1920 günlü yazıda: “İngiltere Devleti Dışişleri Bakanlığının İstanbul’daki siyasal temsilciliğine gönderdiği, siyasal temsilciliğin de resmî olarak Hükümete ulaştırdığı sözlü bildirimde, saltanatlık başkentinin, Osmanlı Devleti’ne bırakıldığı bildirilmiş ancak bununla birlikte Ermeni kırımının durdurulması ve Yunanlılarla bütün Anlaşma güçlerine karşı olan tutumumuzun değiştirilmesi istenmiş; yoksa barış koşullarımızın değiştirebileceği de eklenmiştir” denilmekte ve kimi noktalarda, özellikle “sızıntıya yol açacak en küçük olaylara bile meydan bırakılmaması” öğütlenmekteydi.
Baylar bu sözlü vaadin anlamı ve kapsamı ne olabilirdi? Yunanlıların, Fransızların ve başkalarının elinde bulunan ülke parçalarından başka, İstanbul’a da el konulması kararlaştırılmıştı. Ancak ileri sürülen koşula uyulursa, İstanbul’u almaktan vazgeçeceğiz mi denilmek isteniyordu? Yoksa Yunanlıların, Fransızların, İtalyanların yurdumuza girmeleri, aslında geçicidir; Anlaşma Devletleri yalnız İstanbul’u alacaktı ancak önerdikleri koşula uyarsak onu da bırakacaklardır, anlamı mı çıkarılıyordu? Yoksa Baylar, Yunanlıların, Fransızların, İtalyanların yurda girişleri bir olupbittidir. İstanbul’un alınması da düşünülmektedir. Ancak Yunanlıları, Fransızları, İtalyanları girdikleri bölgelerde esenlik ve güvenlik içinde bırakırsanız, onların girişini kabul ettiğinizi eylemli olarak gösterirseniz, İstanbul’u ele geçirmek düşüncesinden vazgeçeriz mi denilmek isteniyordu? Ya da Baylar, Anlaşma Devletleri, düşman eline geçmiş bölgelerdeki düşman birliklerine karşı, Ulusal Güçlerin kurduğu cepheleri bozdurmayı, açtığı savaşları ve giriştiği hareketleri durdurmayı, İstanbul Hükümetinin başaramayacağını iyice anladıkları için, Yunanlılara ve Anlaşma Devletleri’ne yapılan saldırının önlenememiş ve aslı olmayan Ermeni kırımına son verilmemiş olduğu gibi uydurma nedenlerle İstanbul’u da mı almak düşüncesinde idiler?! Sonraki olaylar, bu son görüşün doğru olduğunu göstermiştir sanırım. Ancak, İstanbul Hükümetinin, İngiliz Temsilciliğinin önerisinden, böyle bir anlam çıkarmaya yanaşmadığı, tersine umuda kapıldığı görülüyordu.
Baylar, yapılan önerinin ne denli yersiz olduğu üzerinde bir düşünce verebilmek için biz de o günlerle ilgili kimi durumları anımsayalım. Kuşku edilmemek gerekirdi ki Ermeni kırımı üzerine söylenen sözler, gerçeğe uygun değildi. Tam tersine, güney bölgelerinde yabancı güçlerce silahlandırılan Ermeniler, koruyucularından yüz bularak bulundukları yerlerdeki Müslümanlara saldırmaktaydılar. Öç alma düşüncesiyle her yerde acımaksızın öldürme ve yok etme yolunu tutmaktaydılar. Maraş’taki o acıklı olay, bu yüzden oluşmuştu. Yabancı güçlerle birleşen Ermeniler, top ve ağır makineli tüfeklerle Maraş gibi eski bir Müslüman şehrini yerle bir etmişlerdi. Binlerce güçsüz ve günahsız ana ve çocukları ezip yok etmişlerdi. Tarihte bir benzeri görülmemiş olan bu yırtıcılığı yapanlar Ermenilerdi. Müslümanlar ancak namuslarını ve yaşamlarını korumak kaygısıyla karşı koymuşlar ve savunmada bulunmuşlardı. Yirmi gün süren Maraş kırımında, Müslümanlarla birlikte kentte kalan Amerikalıların, bu olay üzerine İstanbul’daki temsilciliklerine çektikleri tel, bu acıklı olayı yaratanları, yalanlanamaz bir biçimde belirlemekteydi.
Adana ili içindeki Müslümanlar, tepeden tırnağa kadar silahlandırılan Ermenilerin süngü baskısı altında, her dakika ölüm tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Canını ve bağımsızlığını korumaktan başka bir şey istemeyen Müslümanlara karşı uygulanan bu kıyım ve yok etme siyaseti, uygar insanlığın dikkatini çekecek, acıma duygularını uyandıracak nitelikte iken olayların tam tersini ileri sürmek ve bundan vazgeçilmesini istemek gibi bir öneriye nasıl güvenilebilirdi?
İzmir ve Aydın bölgesinde durum buna benzer ve belki daha da acıklı değil miydi? Yunanlılar her gün güçlerini, savaş gereçlerini artırıyor ve saldırı hazırlıklarını tamamlıyorlardı. Bir yandan da bölge bölge saldırıdan geri durmuyorlardı. O günlerde İzmir’e yeniden bir piyade alayı ile tam donatılmış bir atlı alayı ve yirmi dört tane yük otomobiliyle pek çok yük arabası, altı tane top ve birçok savaş gereci çıkarıldığı ve cephelere pek çok cephane gönderilmekte olduğu anlaşılmıştı. Gerçek şu idi ki ulusumuz, hiçbir yerde, hiçbir yabancıya nedensiz saldırmıyordu. Şu duruma göre Baylar, yurdumuzun ele geçirilmiş bölgelerinden düşmanların çekildiklerini görmeden ya da hiç olmazsa çekilecekleri kanısına tam olarak varmadan, aldatıcı sözlere gereğinden çok önem vermek akıllı işi miydi? Ülkenin geleceğine tek dayanak noktası olarak kalmış bulunan Ulusal Güçleri, dağıtma ereğini güden, bu gibi öneri ve girişimleri anlamakta güçlük var mıydı? Geleceğimiz kuşku dolu ve belirsizlik içinde iken ulusal isteklerimizden hemen vazgeçmek doğru olur muydu? Yalnız İstanbul’un değil, Boğazların, İzmir’in, Adana dolaylarının, kısaca ulusal sınırlarımız içindeki bütün yurt parçalarının egemenliğimiz altında bırakılması, ulusal amacımız değil miydi? Böyle bir durumda, yalnız İstanbul’un, Osmanlı Devletine bırakılacağına söz verilmesi karşısında, Osmanlı Devletinin Sadrazamı Ali Rıza Paşa sevinse de Türk ulusunun sevineceği ve bununla yetinerek susacağı ve oturacağı nasıl düşünülebilirdi? Vahdettin’in Sadrazamı, Ulusal Güçleri dağıtma ereğini güden bütün bu girişimlerin tarihsel sorumluluğunu ölçüp düşünmek istemiyor muydu? Baylar, yabancıların önerisine ve onu uygulamaya kalkışan hükümetin istek ve buyruğuna, ulusça ve Ulusal Güçlerce uyulamayacağı doğaldı.
(Atatürk Söylev’in bu bölümünde, 19 Şubat 1920 tarihinde Rauf Bey imzasıyla gelen ve hükümet ve Meclis hakkında düşündürücü bilgiler içeren gizli bir tele değinmektedir. Buna göre; Sadrazam, İçişleri Bakanı ile birlikte, Felâhı Vatan grubunun toplantısına gitmiş ve yeni bir ulusal hükümetin kurulamayacağını dile getirmiştir. Bunun üzerine Atatürk, Anadolu ve Rumeli’deki tüm komutanlıkları telin içeriği konusunda bilgilendirip uyardıktan sonra; Rauf Bey’e de ‘ulusal birlik ve dayanışmayı bozacak tarzdaki girişimleri yurt hainliği sayacakları’ yanıtını vermiş, İstanbul Hükümetinin ulusal güçlere yönelik olumsuz tutumunu eleştirmiş ve bu ağır durum karşısında milletvekillerinin susmamaları gerektiğini belirtmiştir. Yine aynı gün, bir örneği Karabekir Paşa’ya da gönderilen ayrıntılı bir telde Rauf Bey’e şu düşünce de iletilmiştir: ‘Sadrazamın, ulusal güçlerin yasadışı olduğunu öne süren konuşması, Temsilciler Kurulu’nu güç durumda bırakmıştır. Milletvekilleri, bu durumda, gereğini yapmak yerine dış güçlere umut besler görünmektedir.’ Ancak, bu tele Karabekir Paşa’dan gelen yanıt, şaşırtıcı bir biçimde ‘ulusal güçlerin hükümet karşısında üstün ve karşıt bir durumda olmamasını” öğütleyen bir yanıt olmuştur.)
Baylar, düşmanların İstanbul’u eylemli olarak ele geçirmesinden aşağı yukarı yirmi gün önce, açığa vurulan bu görüş ve düşünce incelenmeye değer. Ben, yalnız bir noktaya dokunmakla yetineceğim. O nokta, olayların gidişine bağlı kalma gibi bir yazgıcılıktır. Biz elbette, kendimizi böyle bir yazgıcılığa bırakamazdık. Tersine, olayların nasıl gelişebileceğini önceden, gerçeğe yakın olarak kestirip karşı önlemlerini düşünmek ve zamanında, duraksamadan uygulama yanlısıydık. İşte bundan ötürüdür ki daha önceden düşünceleri yoklamaya başlamıştık.
(Atatürk bu konuda, Hakkâri Milletvekili Mazhar Müfit Bey’e yazdığı mektuba yer vermiş ve milletvekillerinin vurdumduymaz tutumlarını eleştirerek, ulusun yaşamını ve geleceğini korumak yolundaki görevlerini unuttuklarını dile getirmiştir.)
Baylar, Rauf Bey’e yazdığımız son gizli telde, Akbaş Cephaneliğindeki cephanenin bir bölümünün İngilizlere verilmesine yardım ettikleri yolunda bir dokundurma vardı. Bu konuyu biraz açıklayayım. Rumeli kıyısında, Gelibolu yakınında, Akbaş denilen yerde, bir cephane deposu vardı. Orada, Fransızların gözaltında tuttukları pek çok silah ve cephane bulunuyordu. Hükümet Anlaşma Devletleri’ne bütün bütüne boyun eğmiş görünmeyi yararlı saydığından, sözünü ettiğim cephanelikteki silah ve cephaneden bir kısmını, Anlaşma Devletlerine bırakmaya söz vermiş. Onlar da Vrangel (Wrangel) ordusuna göndereceklermiş. Rusya’ya götürmek için bir Rus Vapuru da Gelibolu’ya gelmiş. Hükümet daha önce, İstanbul’daki örgütümüz başkanlarının olurunu ve yardımını da sağlamış…
Oysa Baylar, Köprülü Hamdi Bey adında yiğit bir arkadaşımız, Ulusal Güçlerden bir birlikle, 26-27 Ocak 1920 gecesi, sallarla Rumeli kıyısına geçti. Akbaş Cephaneliklerine el koydu. Depoyu bekleyen Fransızları tutukladı ve iletişim yollarını kesti. Silahların tümünü, cephanenin bir kısmını, gözaltına aldığı Fransız erlerini Lapseki’ye getirdi. Silahlarla cephaneyi yurt içine yolladıktan sonra, Fransız erlerini geri gönderdi. Akbaş deposunda sekiz bin Rus tüfeği, kırk Rus ağır makineli tüfeği, yirmi bin sandık cephane olduğu kestiriliyordu. Bu olay üzerine İngilizler, Bandırma’ya iki yüz kişilik bir birlik çıkardılar. Biz Anlaşma Devletleri askerlerinin, bulundukları yerlerdeki ve ulusal savaş bölgeleri gerilerindeki depolarda bulunan silah ve cephaneyi başka yere götürebileceklerini, kullanılmayacak bir duruma getirebileceklerini ya da depoların bulunduğu yerleri ele geçireceklerini düşünerek bütün komutanlara verdiğimiz buyrukta, kimi önlemler almakla birlikte tümünün tam kararlı ve kesin davranmaları gereğini de bildirdik.
Baylar, hemen gene o günlerde, Anzavur, Balıkesir ve Biga dolaylarında oldukça önemli ve korkulu durumlar yaratmayı başarmıştı. Balıkesir’de, ulusal cephelerimizi arkadan vurmak istiyordu. Başına pek çok adam toplamıştı. Karşısına gönderilen Ulusal Güçlerle Biga’da kanlı bir savaş oldu. Anzavur, yendi. Gücümüzü dağıttı. Toplarımızı ve ağır makineli tüfeklerimizi ele geçirdi. Erlerimizi ve subaylarımızı tutsak ve şehit etti. Akbaş olayının yiğidi Hamdi Bey de bu şehitler arasında idi. Bundan sonra, Ahmet Anzavur, kendi adıyla andığı Ahmediye Cemiyeti adı altında, alçaklık alanını genişletti durdu.
Baylar, 3 Mart 1920 günü çekilen ve bize olağanüstü haberler ulaştıran bir gizli tel aldım. Bu tel, İstanbul’dan, İsmet Paşa’dan geliyordu. İsmet Paşa, ben Ankara’ya vardıktan sonra, Ankara’ya yanıma gelmişti. Birlikte çalışıyorduk. Ancak Cemal Paşa’dan sonra, Milli Savunma Bakanlığına Fevzi Paşa Hazretleri geldi. Fevzi Paşa’nın özel isteği üzerine ve çok önemli bir amaç için, kendisini telin çekilişinden birkaç gün önce, İstanbul’a göndermiştim. Önemli olarak gördüğümüz nokta şuydu: Yunanlılar saldırıya hazırlanıyorlardı. Buna karşı akla yakın davranış, bütün güçleri hazırlayarak düzenli bir savaşa girmekti. Özellikle Fevzi Paşa Hazretleri, bu gereği ve bu zorunluluğu anlamaktaydı. İşte bu hazırlığı yapmak üzere, İsmet Paşa’nın İstanbul’da bulunması ve dahası, Genelkurmay Başkanlığına resmî olarak atanıp çalıştırılması çok yararlı olacaktı. Bu düşünceyle onun İstanbul’a gitmesini gerekli görmüştüm. İsmet Paşa’nın telyazısı şudur:
Harbiye, 03.03.1920
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,
Alınan bilgiye göre, İstanbul’da bir dernek kurulmuş ve bu dernek, İngilizlerle birlik olarak şu kararları almış: Şimdiki hükümetin düşürülmesi ve bilinen bir hükümetin kurulması, Meclisin dağıtılması, İzmir ve Adana’nın düşman elinde kalmasını sağlamak için Ulusal Güçlerin ortadan kaldırılması, dünyaya barış ve esenlik getirmek üzere İstanbul’da Müslümanlar arası bir Halifelik Danışma Kurulu kurulması, Bolşevikliğe karşı fetva çıkarılması. Bakan Paşa bu derneğin giriştiği işlere önem veriyor. Anadolu’daki Anzavur’un girişimleri bu çalışmalara dayandığı gibi, İngilizlerin Hükümete en çok baskı yapmaları da, buradan gelmektedir. Bilgi olarak sunmamı istediler. (İsmet)
Milli Savunma Bakanlığı Başyaveri Salih
Baylar, biliyorsunuz ki İngiliz Temsilcisi, Yunanlılarla birlikte, bütün Anlaşma Devletlerine karşı savaşa son verilmesini Hükümete önermişti ve bu sağlanırsa, İstanbul’un Osmanlı Devletine bırakılacağı yönünde yaldızlı bir söz de vermişti. Ancak İstanbul’da bu öneri yapılırken, Şubatın 18., 19. ve 20. günlerinde, Yunanlıların İzmir’e yeni güç, taşıt ve pek çok cephane getirdiğini ve cephelere yollayarak yeni bir saldırıya hazırlandığını, biz biliyorduk. Bu bilgimizi –Hükümet işlerine karışmayınız yaygarasına bakmaksızın- İstanbul Hükümetine de duyurarak dikkatini çekmekten geri kalmadık. Yunanlılar böylece saldırıya hazırlanırlarken, Ali Rıza Paşa Hükümeti, başka bir öneri karşısında kalıyor: “Yunanlılar karşısında bulunan Ulusal Güçleri üç kilometre geri aldırmak!” Ali Rıza Paşa Hükümetinin, bunu yapamayacağı besbelliydi. Ama amaç, onun düşürülmesiydi. Sadrazam ister istemez, bu önerinin yerine getirilemeyeceğini, yanıt olarak bildirmiş.
3 Mart 1920 günü Yunanlılar saldırıya başladılar. Gölcük yaylasında Bozdağ’ı ele geçirdiler. İşte bu olay üzerine Ali Rıza Paşa’nın, düşünebildiği tek çıkar yol, yerinde daha uzun kalmaktan vazgeçerek hemen çekilip bu sorumlu işten yakayı sıyırmak olmuştur. Çünkü ulusal eylemi durdurma konusunda yapılan öneriyi, yerine getirmeye çalışmış ama başaramamış olan Ali Rıza Paşa, bu kez de öneriyi uygulattıracağım diye söz verip de bunu başaramazsa Anlaşma Devletleri’nce sorumlu tutulması olasılığı da akla gelmez miydi? Milli Savunma Bakanı Cemal Paşa, Başkomutan Bay George Miln’in buyruklarını uygulattıramadığından ötürü en sonunda Hükümetten çıkarılmak durumunda kalmamış mıydı? Ali Rıza Paşa için de böyle bir işlem yapmaya kalkışılırsa, kendisini Padişah’ın koruyabileceğine güvenebilir miydi? Böyle bir durumda, ulusal isteklerin tek belirme yeri olduğunu söylediği İstanbul’daki Ulusal Meclise güvenebilecek miydi? Ulusal istenç adına konuşmasının ve isteklerde bulunmasının artık yeri ve olanağı kalmadığını söyleyerek cezalandıracağım diye gözdağı verdiği Temsilciler Kurulunda destek aramaya katlanmalı mıydı? Demek ki kendisi için çekilmekten daha uygun bir yol olamazdı. İşte o da öyle yapmıştır. Ali Rıza Paşa, Hükümete ilk saldırıldığında çekilmesi gerektiği yolundaki uyarımızı kabul etmedi. Görevde kalmakla yurda yararlı olacağını söyledi. Ulusal Meclis de bu bilgisizce görüşü uygun bularak onu yerinde tuttu. Acaba, yapılması söz konusu olan ödev, Yunanlılara, saldırı hazırlıklarını tamamlayarak yurdun kutsal topraklarından bir kısmını daha çiğnetmek ve pek sevgili yurttaşlarımızdan bir bölümünü daha süngüler altında inletmek için, gerekli fırsatı ses çıkarmadan bağışlamak mıydı?!
3 Mart 1920 günlü gizli tellerle, Rauf ve Kara Vâsıf Beyler, hükümetin çekildiği haberini verirken, Felâhı Vatan Grubu Başkanı ile Meclis Başkan Vekillerinin saraya gönderildiklerini de bildiriliyorlardı. Bu başkanlar, Padişah katına kabul olunmamışlar. Başyazman ve Başmabeyinci ile görüşmeleri buyrulmuş. Grup Başkanı, Ulusal Örgütün Padişaha bağlılığını bildirmiş. Sözü Hükümetin çekilmesine getirmiş. Padişah, Başyazman ararcılığıyla şu buyruğu bildirmiş: “Bütün milletvekillerine selam. İşin ve durumun ağırlığını ben de onlar kadar anlıyorum. İşin ve durumun gereğine göre bir kişiyi Sadrazamlığa seçeceğim. Onun yetkisine el uzatarak arkadaşlarının seçimine karışamam. Ancak, ona, çoğunluk grubuyla anlaşmasını öğütleyeceğim.”
Başkanlardan oluşan kurul, teşekkür ederek ayrılmış. Verilmekte olan bilgiler arasında şunlar da vardır: “Milletvekilleri telaşlı ama isteğe uygun bir Hükümet kurulacağına güveniyorlar. Yabancıların, Hürriyet ve Anlaşmacıların ve Gözcülerin, düzenledikleri gerici hareketlerde başarıya ulaşabilmek için, Ferit Paşa’yı ya da yakınlarından birini iş başına getirmeleri de düşünülebilir. Meclisi, elbette dağıtacaklardır. Padişah katında etkili olacak önlemlerin oraca alınması buyruklarınıza sunulur.”
Baylar, tuhaf değil midir ki bugün bunları bildirenler, daha birkaç hafta önce: “Meclis resmî olarak açıldığına göre, bundan sonraki buyruklarınızın bana bildirilmesini ve görüşlerinizin her yerde gereği gibi savunulacağına güvenmenizi” diye yazan kişilerdir. Birkaç hafta önce, İstanbul Hükümeti ile görüş birliğine vararak beni, işlere ve yürütüme karışmaktan alıkoymak isteyen kişiler, bugün, İstanbul’da hiçbir şey yapmaya güçleri yetmediğini açığa vurarak buradan, Temsilciler Kurulundan etkili önlemler bekliyorlar. Biz, bu isteği de yerine getireceğiz. Ama bu kişilerin isteği olduğu için değil; yurdun yararı böyle gerektirdiği için…
Baylar, 3 Mart günü ve 3-4 Mart gecesi, İstanbul’la iletişim kurmak ve oradaki durumu anlatmakla geçti. 4 Mart günü, gerek İsmet Paşa’dan gerekse öbür kişilerden aldığım bilgiler üzerine durumu genelgeyle bütün ordularla örgüt merkezlerimize ve ulusa bildirdim. Mebuslar Meclisi Başkanlığına şunu yazdım:
(Bu yazıda özetle; ulusal güçlerin düşmana karşı savaşmakta olduğu ve yurtsever çocukların bu yolda canlarını verdikleri; bunun hiçbir güç ve yetki tarafından durdurulamayacak ulusal bir görev olduğu, ulusun yatışabilmesinin ancak ulusun tam güvenebileceği bir hükümetin iş başına getirilmesiyle olanaklı olabileceği dile getirilmektedir. Atatürk, bu yazının ardından Padişaha da bir tel göndermiş ve ‘Hükümetin çekilmesiyle bir hükümet bunalımının oluştuğunu ve bu bunalımın, olabildiğince çabuk ve ulusal amaçlara uygun bir hükümetin kurulması yoluyla çözülmesinin beklendiğini’ bildirmiştir.)
Bu telin birer örneğini, bilgi için Mebuslar Meclisi Başkanlığına ve kolordu komutanlarına yollamakla birlikte, birer örneğini de İstanbul gazetelerine ve Basın Derneğine vermesini İstanbul telgrafhanesine buyurduk. Bundan başka Baylar, komutanlara, valilere, mutasarrıflara ve Hakları Savunma merkez kurullarına ayrıca şu genelgeyi de yolladık.
(Atatürk, 4 Mart tarihli bu genelge ile tüm vali ve örgütlerden Padişaha, Meclis Başkanlığına ve basına ‘ulusun, ulusal amaçları gerçekleştiremeyecek bir hükümet başkanına katlanamayacağını’ çok sert bir dille bildirmelerini istemiştir.)
Baylar, verdiğimiz yönerge gereğince, ülkenin her yanından, ulusun her yönetim katından 4-5 Mart gecesi başlayan telgraf fırtınası, ayın beşinci ve altıncı günleri, Padişah ve Mebuslar Meclisi saraylarında istenilen etkiyi yaptı.
(Atatürk, Halit Bey adında bir kişi ve Meclis Başkanı Celadettin Arif Bey’den almış olduğu tellerde, Sadrazamlık görevinin Donanma Bakanı Salih Paşa’ya verildiğinin bildirildiğini açıklamakta ve daha Hükümet Başkanı belli olmadan önce Rauf Bey’den almış olduğu bir telde de Rauf Bey’in Padişahın adamlarından birine kendisini Sadrazam olarak önerdiğini öğrendiğini anlatmakta ve sözlerini şöyle sürdürmektedir:)
Baylar, Rauf Bey’in, sadrazam bulmak söz konusu olurken benden söz açması elbette gereksizdi. Aramızda hiç böyle bir söz konuşulmuş değildi. Ben, aslında İstanbul Hükümetinin yaşayacağından umutlu değildim. Osmanlı Devleti’nin yaşamını bitirdiğine ise çoktan inanmıştım. Osmanlı Devletinin Sadrazamlığını üzerime almak gibi cılız ve anlamsız bir düşüncenin benim kafamda yeri olamayacağı kuşkusuzdu. Ben, doğal bir biçimde geçmekte olan devrim evrelerini soğukkanlılıkla izlerken, yarının önlemlerinden başka bir şey düşünmüyordum.
Rauf Bey söz konusu ettiği Celalettin Arif Bey’in rapor örneğini de gönderdi. Hükümet kurulduktan sonra da şu bilgiyi verdi:
(Atatürk, Rauf Bey’den gelen bu rapor örneğini ve 8 Mart 1920 tarihli telgrafta yer alan bakanların adlarını okuyarak konuşmasını sürdürür.)
İzin verirseniz, yeniden İstanbul’a dönmek üzere, biraz da Edirne dolaylarındaki duruma göz atalım. Şimdiye değin genel olarak söylediklerim arasında yeri geldikçe Trakya’yı da hiçbir zaman örgütlerimizin ve tasarılarımızın dışında tutmadığımızı anlatmış olduğumu umarım. Edirne ile ilişkimiz ve iletişimimiz, yurdun her yeri ile olduğu gibi sürdürülmekteydi. Yaptığımız yazışmalardaki dikkate değer kimi noktaları yüce topluluğunuza açıklayarak bildirmek uygun olur.
Birinci Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Bey, 31 Aralık 1919 günlü çok ayrıntılı bir raporunda, Trakya’da ve özellikle Batı Trakya’da, Yunanlıların yaptıkları girişimleri ve çalışmaları eksiksiz açıklıyordu. Düşmanın bu olağanüstü çalışmalarına karşı kendisinin gereği gibi önlem alamadığından yakınıyordu. “Kolordusunun, bu durum ve gelecekte çıkabilecek olaylar karşısında uygun bir konum almasına General Miln’in olmaz dediğinin yazışma sonunda anlaşıldığını” bildiriyordu. General Miln’in gerekli düzenlemeleri yapmamıza olmaz diyeceği, elbette kuşku götürmezdi. Bu açık gerçeği, yazışma yoluyla sorup anlamaya bilmem nasıl bir düşünce ve mantıkla kalkışmıştı? Cafer Tayyar Bey’e, 3 Ocak 1920’de verdiğim yönergede, gönderdiğimiz gizli yönetmeliğe göre silahlı birlikler kurulmasını yeniden hatırlattım: “Askerî durumu değiştirmekle elde edilemeyen yararların böylece karşılanması gerekir.” dedim. Milli Savunma Bakanı bulunan Cemal Paşa’ya da gene o gün durumu bildirerek Yunanlıların Doğu Trakya’da olsun, hazırlıklarına engel olmasını yazdım.
Trakya Paşaeli Derneğinin gönderdiği raporlarda, gereği gibi örgütler kurulamadığından söz ediliyor ve kimi yüksek görevlilerden yakınılıyordu. Bu gibi görevlilere öteden beri, kimi uyarmalarda bulunuyordum.
(Atatürk, burada 26 Ocak 1920’de Vâsıf Bey’in gönderdiği ve Cafer Tayyar Bey’le ilgili yakınmaların olduğu bir mektubu okumuş ve Cafer Tayyar Bey’in hiçbir örgüt kurmadığından ve silahlandırma desteği sağlamadığından söz edildiğini açıklamıştır.)
Baylar, Edirne’den gelen yazılardan, raporlardan, bence, yanlış bir siyasal görüş üzerinde durulduğu anlaşılıyordu. Şimdi okunan mektupta da bu yanlış görüşün benimsendiğini gösteren cümleler vardır. Bu yanlış ilkeyi düzeltmek için, öteden beri ileri sürdüğümüz düşüncemizi, 3 Şubat 1920 günü bir kez daha Cafer Tayyar Paşa’ya ve İstanbul’da Rauf Bey’e bildirdim. Yinelediğim düşünce şu idi: Doğu ve Batı Trakya’nın ulusal bir bütün olarak tasarlanması ve söylenmesi doğru bir siyaset değildir. Doğu Trakya’nın yurdumuzun bir parçası olduğuna karşı gelinemez ve bu tartışılamaz. Batı Trakya ise, bir antlaşma ile daha önce bırakılmış bir topraktır. Olsa olsa, Doğu Trakya, Batı Trakya’yı, kurtarmaya çalışanların bir toplanma ve yönetim yeri olabilir. Doğu ve Batı Trakya’nın birliğini üsteleyerek ileri sürmek, Doğu Trakya’da da kimi isteklerin ileri sürülmesine yol açabilir. Bulgarların da Ege Denizi’nde iktisadi bir çıkış yeri istemeleri ayrıca üzerinde durmayı gerektirir. Bulgaristan’da bu bakımdan çalışmalıdır.
Cafer Tayyar Paşa da görevlilerden ileri gelen kişilerden, halktan yakınıyordu. 7-8 Mart 1920 günlü bir gizli telinde, “Bizde halk, her işi hükümetten beklemekte, yüksek sivil görevlilerin yansız bir durum takınmaları yüzünden sizin istediğiniz gibi ulusal örgütler kurulamamaktadır. İl içinde sık sık yapmakta olduğum denetlemelerde, özellikle köylülerle sıkı ilişki kuruyorum (…)Ama her köye gidemiyorum (…) İşin, köklü ve yaygın olması hepimizce istenilmekte olup bunun da bildirilen sakıncaların ortadan kaldırılmasına çalışmakla gerçekleştirilebileceğini bilginize sunarım” diyordu.
Baylar, General Miln, Cafer Tayyar Paşa’ya askerî konumunu değiştirtmiyor. Vali ve mutasarrıflıklar yansız kalıyor ve her işi hükümetten bekleyen halka, ulusal örgüt kurmada önderlik ve yol göstericilik etmiyorlar. Bu sakıncalar kalkmadıkça işin köklü ve yaygın olamayacağı kanısında bulunuluyor.
Şimdi isterseniz, yeniden İstanbul’a dönelim. 11 Mart 1920 günlü bir gizli telle Rauf Bey şu bilgiyi veriyordu: 10 Mart 1920 günü öğleden sonra, Anlaşma temsilcileri toplanmışlar, Londra’dan gelen ve İstanbul’daki Ulusal Güçlerin ileri gelenlerinin tutuklanması ile ilgili olan bir buyruk üzerinde görüşmüşler ve buyruğu yerine getirmeye karar vermişler. Bu bilgi, güvenilir bir kişiye, sağlam bir yerden gizlice verilmiş ve bu gibi kimselerin bir an önce İstanbul’dan uzaklaşmaları gerektiği bildirilmiş. Bu konuyu, çeşitli olasılıklara göre inceledikten sonra, işin sonuna dek İstanbul’da kalarak namus ödevini yapmaya karar vermişler. Sadrazam Salih Paşa, bu duruma bilerek yol açmaktaymış. Onun için Hükümeti düşürmeye çalışacaklarmış. Başaracaklarına da inanıyorlarmış.
Rauf Bey’in bu telinin arkasından, gene o gün gelen kısa bir telinde, “Son bildirdiklerimize karşı ve hükümetin durumu üzerine hiçbir düşünce bildirmediğimiz için, telin size varmamış olmasından ve sağlığınızdan haklı olarak kaygılıyım. Yanıtınızı gözlüyoruz.” denilmekteydi.
(Atatürk, burada Rauf Bey’e ve 15. ile 3. Kolordulara 11 Mart günü şu bilgiyi vermiştir. “İngilizlerin tutuklama kararına karşı Meclisin, sonuna değin yiğitçesine görevini yapması pek yararlı ve parlaktır. Ancak, sizinle birlikte, varlıkları ilerideki girişimlerimiz ve eylemlerimiz için çok gerekli olan arkadaşların, sonunda bize katılabilmeleri kesin olarak güven altına alınmalıdır. Yoksa grubun birlik ve kararlı olarak iş görmesini düzenleyebilecek kişileri şimdiden görevlendirerek sizlerin hemen buraya gelmeniz çok gereklidir.”)
Baylar, Rauf Bey’i ve öteki kişileri tam zamanında çağırmış olduğumuz, olaylarla hem de üç dört gün geçmeden belli oldu. Ama ne yazık ki bu çağrımız, gerektiği önem ve ciddiyeti göremedi. Rauf Bey, Vâsıf Bey gibi kişiler, en sonunda büyük bir uysallıkla Malta’ya gittiler. Bunu biliyorsunuz. Son ana kadar Anadolu’ya geçmek ve Ankara’ya gelmek yolunun ve önlemlerinin kimi arkadaşlarca hazırlandığı ve sağlandığı bana anlatılmıştır. Eğer böyleydiyse, bu kişilerin Ankara’ya gelmeyi kabul etmeyip İngilizlere teslim olmayı ve Malta’ya gitmeyi yeğlemelerindeki neden ve özür, geçekten incelenmeye değer. Doğrusu, Türkiye durumun ve geleceğinin kuşkulu, karanlık, ölümcül görüldüğü kuramına göre bu karanlık tehlike içine atılanların, korkunç ve ürkünç bir sonuçla karşılaşmaları kuruntusunun etkisi altında, en sonunda herhangi bir zindanda bir süre kalmak üzere düşmana teslim olmayı yeğleyebilecekleri uzak görülemez. Bununla birlikte, ben burada böyle ağır bir yargıya varmaktan çekinirim. Bu düşünce iledir ki bu kişileri Malta zindanlarından kurtarmak için her yola başvurarak elden gelen girişimleri yapmaktan geri durmadım.
SÖYLEV (1919-1927) ve DEMEÇLER (1928-1938) syf: 132-150