1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş:
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir Silah Bırakışması imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul durumda. Ulusu ve yurdu Genel Savaşa sürükleyenler, kendi yaşamlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Saltanat ve halifelik katında oturan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak yalnız Padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta…
Anlaşma Devletleri3 Silah Bırakışması’nın ilkelerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, Anlaşma donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş ve Antep İngilizlerce ele geçirilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda, yabancı devletlerin subay, memur ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da Anlaşma Devletleri’nin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor. Bundan başka, yurdun dört bir yanında Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının elde edilmesine, devletin bir an önce çökmesine çabalıyorlar.
Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgeler ile doğrulandı ki İstanbul Rum Patrikliğinde kurulan Mavri Mira Kurulu, illerde çeteler kurmak ve yönetmekle, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla uğraşmakta. Yunan Kızılhaçı, Resmî Göçmenler Komisyonu, Mavri Mira Kurulunun çalışmalarını kolaylaştırmaya yardım ediyor. Mavri Mira Kurulunca yönetilen Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını aşmış gençleri de içine alarak her yerde geliştiriliyor. Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira Kurulu ile düşünce birliği içinde çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tam Rum hazırlığı gibi ilerliyor.
Trabzon, Samsun ve tüm Karadeniz kıyılarında kurulan ve İstanbul’daki merkeze bağlı Pontus Derneği kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor.
Durumun korkunçluğu ve ağırlığı karşısında, her yerde ve her bölgede birtakım kişilerce kurtuluş yolları düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünceyle girişilen çalışmalar, birtakım örgütler doğurdu. Örneğin; Edirne ve yöresinde Trakya Paşaeli adlı bir dernek vardı. Doğuda, Erzurum ve Elazığ’da, genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilâyatı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti kurulmuştu. Trabzon’da, Muhafaza-i Hukuk adlı bir dernek bulunduğu gibi İstanbul’da da Trabzon ve Havalisi Âdemi Merkeziyet Cemiyeti vardı. Bu dernek merkezinin gönderdiği delegeler, Of ilçesi ve Rize yöresinde şubeler açmışlardı.
İzmir’in ele geçirileceğine ilişkin Mayısın on üçünden beri açık belirtiler gören İzmirli kimi genç yurtseverler, ayın 14-15’inci gecesi, bu acıklı durumu aralarında görüşmüşler ve bir oldubittiye geldiğinde kuşku kalmayan bu Yunan işgalinin katma ile sonuçlanmasını önlemek düşüncesinde birleşmişler ve Redd-i İlhak ilkesini ortaya atmışlardır. Bu ilkenin yayılması için aynı gece İzmir’de Yahudi Maşatlığı’na toplanabilen halkça bir gösteri toplantısı yapılmışsa da ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesi üzerine, bu toplantıdan umulduğu ölçüde sonuç alınamamıştır.
Bu derneklerin kuruluş amaçları ve siyasal erekleri üzerine, kısaca bilgi vermek uygun olur düşüncesindeyim.
Trakya-Paşaeli Derneği’nin ileri gelenlerinden kimileriyle daha İstanbul’dayken görüşmüştüm. Osmanlı Devleti’nin çökeceğini kesinliğe yakın bir olabilirlik içinde görüyorlardı. Osmanlı yurdunun parçalanacağı korkusu karşısında, Trakya’yı, olabilirse Batı Trakya’yı da birleştirerek İslam ve Türk topluluğunu bir bütün olarak kurtarmayı düşünüyorlardı. Ancak bu amaca ulaşmak için o zaman akıllarına gelen tek çıkar yol İngiltere’nin, olmazsa Fransa’nın yardımını sağlamaktı. Bu düşünceyle kimi yabancı devlet adamlarıyla ilişki kurmak ve konuşmak yollarını da aramışlardı. Amaçlarının bir Trakya Cumhuriyeti kurmak olduğu anlaşılıyordu.
Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneği’nin kuruluş amacı da (tüzüklerinin ikinci maddesi) doğu illerindeki bütün halkın dinsel ve siyasal haklarının özgürce gelişimini sağlayacak yasal yollara başvurmak; adı geçen illerdeki Müslüman halkın tarihsel ve ulusal haklarını, gerektiğinde uygar toplumlar önünde savunmak; doğu illerinde yapılan kıyım ve cinayetlerin nedenleriyle etmenleri ve bunları yapanlar ve yaptıranlarla ilgili yansız bir soruşturma açarak suçluların ivedilikle cezalandırılmalarını istemek; Türklerle azınlıklar arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi ve eskisi gibi iyi bağların pekiştirilmesi için çaba göstermek; hükümet katında girişimlerde bulunarak doğu illerindeki savaştan doğan yıkım ve yoksulluğu elden geldiğince giderme yollarını aramaktı. İstanbul’daki yönetim merkezinden verilmiş olan bu yönerge gereğince, Erzurum Şubesi, doğu illerinde Türklerin haklarını korumakla birlikte; Ermenilerin göçü sırasında yapılan kötü işlerle halkın kesinlikle ilgisi bulunmadığını ve buralara Ruslar gelene dek Ermeni mallarının korunduğunu; buna karşılık Müslümanlara çok kıyasıya davranıldığını ve dahası buyruk dışı olarak göçten alıkonulan kimi Ermenilerin, koruyucularına yaptıkları kötülükleri, kanıtlanmış belgelerle uygarlık dünyasına sunmaya ve doğu illerine dikilen açgözlü bakışları söndürmek için çalışmaya karar veriyor (Erzurum Şubesinin Bildirisi).
Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneğinin, ilk Erzurum Şubesini kuran kişiler, doğu illerinde yapılan propagandaları ve bunların amaçlarını, Türklük- Kürtlük- Ermenilik sorunlarını, bilim, teknik ve tarih bakımından inceleyip araştırdıktan sonra, gelecekteki çalışmalarını şu üç noktada topluyorlar (Erzurum Şubesi’nin basılı raporu).
- Kesinlikle göç etmemek,
- Hemen bilim, ekonomi, din örgütleri kurmak,
- Saldırıya uğrayacak doğu illerinin herhangi bir bucağını savunmada birleşmek.
Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneğinin İstanbul’daki yönetim merkezinin amaçlarına, bilim ve uygarlık yöntemleriyle ulaşabileceği konusunda çok iyimser olduğu anlaşılıyor. Gerçekten bu yolda çaba göstermekten geri durmuyor. Doğu illerinde Müslüman halkın haklarını sa vunmak için Le Pays adında Fransızca bir gazete yayımlıyor. Hâdisat gazetesinin sahipliğini üzerine alıyor. Bir yandan da Anlaşma Devletleri’nin başbakanlarına ve İstanbul’daki temsilcilerine birer andırı veriyor. Avrupa’ya bir kurul yollamaya girişiyor. Bu açıklamalardan kolaylıkla anlaşılacağını sanırım ki Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneği’nin kurulmasına yol açan önemli neden ve kaygı, doğu illerinin Ermenistan’a verileceği olasılığına dayanıyor. Bu olasılığın da doğu illeri nüfusunda Ermenilerin çoğunlukta gösterilmesine çalışanların, bilimsel ve tarihsel belgelerle dünya kamuoyunu aldatmayı başarmaları ve Müslüman halkın Ermenileri toptan öldüren yırtıcılar olduğu iftirasını doğruymuş gibi kabul ettirmeleri durumunda gerçekleşebileceği varsayımı ağır basıyor. Bundan dolayı dernek, aynı gerekçe ve araçlarla donanmış olarak tarihsel ve ulusal hakları savunmaya çalışıyor.
Karadeniz kıyılarındaki bölgelerde de bir Rum Pontus Hükümeti kurulacağı korkusu vardı. Müslüman halkı Rumların boyunduruğu altında bırakmayıp yaşama haklarını ve varlıklarını koruma amacıyla, Trabzon’da da birtakım kişiler ayrıca bir dernek kurmuşlardı.
Merkezi İstanbul’da olan Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin siyasal amaç ve hedefi adından anlaşılmaktadır. Herhalde, merkezden ayrılmak amacını güdüyor.
Kurulmaya başlayan bu örgütlerden başka, yurt içinde daha birtakım girişimler ve kuruluşlar da ortaya çıkmıştı. Özellikle Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde, İstanbul’dan yönetilen Kürt Teali Cemiyeti vardı. Bu derneğin amacı, yabancı devletlerin koruyuculuğu altında, bir Kürt Hükümeti kurmaktı.
Konya ve dolaylarında İstanbul’dan yönetilen Teali-i İslam Cemiyeti’nin kurulmasına çalışılıyordu. Yurdun hemen her yanında İtilaf ve Hürriyet, Sulh ve Selamet Cemiyetleri de vardı. İstanbul’da türlü amaçlarla gizli ve açık olmak üzere de birtakım parti ya da dernek adı altında kuruluşlar vardı. İstanbul’da önemli sayılacak kuruluşlardan biri, İngiliz Muhipler Cemiyeti idi. Bu addan, İngilizleri sevenlerin kurdukları bir dernek olduğu anlaşılmasın! Bence, bu derneği kuranlar, kendilerini ve kişisel çıkarlarını sevenler ve kendi varlıklarıyla çıkarlarının dokunulmazlık yolunu Loyt Corc (Lloyd George) hükümeti aracılığıyla İngiltere’nin desteğini sağlamakta arayanlardır. Bu uğursuzların, İngiliz Devleti’nin, Osmanlı Devleti’ni hiç parçalamadan bırakmak ve korumak isteğinde olup olamayacağını, bir kez olsun düşünüp düşünmedikleri üzerinde durmak gerekir. Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve Yeryüzü Halifesi sanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, Âdil ve Mehmet Ali Beyler ve Sait Molla bulunuyordu. Dernekte İngiliz ulusundan kimi serüvenciler de vardı. Örneğin: Rahip Fru (Frew) gibi. Yapılan işlerden ve işlemlerden anlaşıldığına göre, derneğin başkanı Rahip Fru idi.
Bu derneğin iki görünüşü ve niteliği vardı. Biri, dış görünüşü ve uygarca girişimlerle İngiliz desteğini istemeye ve sağlamaya yönelen niteliğiydi. Öteki gizli yönüydü. Asıl çalışma bu yöndeydi. Yurt içinde örgütler kurarak ayaklanma ve başkaldırma düzenlemek, ulusal bilinci işlemez kılmak, yabancı devletlerin işe karışmalarını kolaylaştırmak gibi haince girişimler, derneğin bu gizli kolunca yönetilmekteydi. Sait Molla’nın, derneğin açık girişimlerinde olduğu gibi, ondan daha çok gizli işlerinde de rol oynadığı görülecektir. Bu dernek için söylediklerim, sırası geldikçe yapacağım açıklamalar ve gerektiğinde göstereceğim belgelerle daha iyi anlaşılacaktır.
İstanbul’daki kadın erkek birtakım ileri gelen kişiler de gerçek kurtuluşu Amerika’nın güdümünü istemek ve sağlamakta görüyorlardı. Bu kanıda olanlar düşüncelerinde çok direndiler, kesinlikle doğru olan yolun, kendi görüşlerinin desteklenmesi olduğunu kanıtlamak için çok çalıştılar. Bu konuda da sırası gelince kimi açıklamalar yapacağım.
Genel durumu saptamak için ordu birliklerinin nerelerde ve ne durumda olduklarını açıklamak isterim. Anadolu’da başlıca iki ordu müfettişliği kurulmuştu. Ateşkes Antlaşması yapılır yapılmaz, birliklerin savaşçı erleri koyuverilmiş, silah ve cephanesi elinden alınmış, savaş gücünden yoksun birtakım kadrolar durumuna getirilmişti.
(Atatürk, bu noktada İkinci Ordu Müfettişliğine bağlı birlikler hakkında bilgi vermekte ve konuşmasını şöyle sürdürmektedir:)
Üçüncü Ordu Müfettişliği ki müfettişi bendim, karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya buyruğum altında iki kolordu bulunacaktı. Biri, merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu (Komutanı yanımda getirdiğim Albay Refet Bey). Bu kolorduya bağlı bir tümenin (5. Kafkas Tümeni) merkezi Amasya’da, öteki tümenin (15. Tümen) merkezi Samsun’daydı. Diğeri, merkezi Erzurum’da bulunan 15. Kolordu idi. Komutanı Kâzım Karabekir idi. Tümenlerinden birinin (9. Tümen) merkezi Er zurum’da, komutanı Rüştü Bey. Diğerinin (3. Tümen) merkezi Trabzon’da idi. Komutanı Yarbay Halit Bey idi. Halit Bey, İstanbul’a çağrılmış olduğundan komutanlıktan çekilerek Bayburt’ta saklanmış, tümen, vekillikle yönetiliyor, kolordunun diğer iki tümeninden 12. Tümen, Hasankale doğusunda sınırda, 11. Tümen Beyazıt’ta bulunuyordu. Diyarbakır yöresinde bulunan iki tümenli 13. Kolordu bağımsızdı, İstanbul’a bağlıydı. Bir tümeni (2. Tümen) Siirt’te öbür tümeni (5. Tümen) Mardin’de idi.
Benim yetkim, bu iki kolorduyu doğrudan doğruya buyruğum ve komutam altında bulundurmaktan daha genişti. Müfettişlik bölgeme yakın birliklere de bildirim yapabilecektim. Bu arada bölgemde bulunan ve bölgeme yakın olan valiliklere de bildirimde bulunabilecektim. Bu yetkiye göre, Ankara’da bulunan Yirminci Kolordu ve bunun bağlı olduğu müfettişlik ile Diyarbakır’daki Kolordu ile hemen bütün Anadolu’da sivil örgütlerin yöneticileriyle yazışabilecek ve ilişkiler kurabilecektim. Bu geniş yetkiyi, beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak amacıyla Anadolu’ya gönderenlerin bana nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki bana bu yetkiyi, onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Her ne olursa olsun, benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe, “Samsun ve yöresindeki güvensizliği yerinde görüp önlemek için Samsun’a değin gitmek” idi. Ben, bu işin başarılmasının makam ve yetki verilmesine bağlı olduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O günlerde Genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezinleyen kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular ve yetkiyle ilgili yönergeyi de ben kendim yazdırdım. Dahası, Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa bu yönergeyi okuduktan sonra, imzalamaktan çekinmiş, anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mührünü basmıştır.
Bu açıklamalardan sonra genel durumu daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca, hep birlikte gözden geçirelim:
Düşman Devletler, Osmanlı Devleti’ne ve ülkesine nesnel ve tinsel bakımdan saldırmışlar; yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan kişi, kendi çıkarları ve rahatları doğrultusunda çareler aramaktan başka bir yol düşünmüyor. Hükümeti de aynı durumda. Farkında olmadığı halde başsız kalmış olan ulus, karanlık ve belirsizlik içinde olup bitecekleri bekliyor. Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve sezebildikleri etkilere göre kurtuluş yolu saydıkları yollara başvuruyorlar… Ordu, adı var, kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, Genel Savaşın bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun, yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumunun kıyısında kafaları çıkar yol, kurtuluş yolu aramakta…
Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Ulus ve ordu, Padişah ve Halifenin hainliğinden habersiz olmanın yanında, o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken, bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce, yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksun… Bu inançla bağdaşmayan oy ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, yurtsuz, hain, istenmez olur.
Bir başka önemli noktayı da söylemek gerekir. Kurtuluş yolu ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkeleri gücendirmemek temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren Anlaşma Devletleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı. Bu anlayışta olan yalnızca halk değildi; özellikle seçkin denilen kimseler de böyle düşünüyordu. Öyleyse kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. İlkin, Anlaşma Devletlerine karşı düşmanlık durumuna girilmeyecekti, sonra da Padişah ve Halifeye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel koşul olacaktı.
Şimdi Baylar, izin verirseniz size bir soru sorayım: Bu durum ve koşullar karşısında kurtuluş için, nasıl bir karar düşünülebilirdi? Açıkladığım bilgilere ve gözlem sonuçlarına göre üç türlü karar ortaya atılmıştı: Birincisi, İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek, İkincisi, Amerika’nın güdümünü istemek. Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin birtakım devletlerin arasında paylaşılmasındansa bu ülkeyi, bütün olarak bir büyük devletin koruyuculuğu altında bulundurmayı yeğleyenlerdir. Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yollarına yönelikti. Örneğin; kimi bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı görüşüne karşı, ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Kimi bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına ve Osmanlı ülkesinin paylaşılacağı düşüncesine, oldubitti gözüyle bakarak kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Bu üç türlü kararın gerekçesi, yapmış olduğum açıklamalar arasında vardır.
Baylar, ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı gerekçe ve mantıkların tümü çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkeleri bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındırdığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun, bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktan başka bir şey değildi. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet bunların tümü, anlamını yitirmiş birtakım anlamsız sözlerdi. Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu? Öyleyse sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?
Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!
İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şuydu:
Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşaklıktan öteye gidemez. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği benimsemekten başka bir şey değildir. Bu aşağılık duruma gerçekten düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm! İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı? Tutsaklık! Peki efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bunun aynı değil miydi!
Şu ayrımla ki bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve özsaygısının gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve kuşkusuz, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusla karşılaştırılınca, dost ve düşman gözündeki yeri çok başka olur. Sonra, Osmanlı soyunu ve saltanatını sürdürmeye çalışmak, elbette, Türk ulusuna karşı en büyük kötülüğü işlemekti. Çünkü ulus, her türlü özveriye başvurarak bağımsızlığını sağlasa da saltanatlık sürüp giderse bu bağımsızlığa güvenle bakılamazdı. Artık yurtla, ulusla hiçbir vicdan ve düşünce bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve ulus bağımsızlığının ve onurunun koruyucusu durumunda bulundurulması nasıl uygun görülebilirdi? Halifeliğin durumuna gelince bunun bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında, gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?
Görülüyor ki verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlamak için ulusun daha alışmadığı sorunlara el atmak gerekiyordu. Kamuca konuşulmasında büyük sakıncalar bulunacağı düşünülen noktaların söz konusu edilmesinde kesin zorunluluk vardı. Osmanlı Hükümetine, Osmanlı Padişahına ve Müslümanların Halifesine başkaldırmak, tüm ulusu ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu. Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün ulusça silahlı olarak karşı çıkmak ve onlarla savaşmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini ve zorunluluklarını, ilk gününde açıklamak ve söylemek elbette yerinde değildi. Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak ve olaylardan yararlanarak ulusun duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Sonuçta öyle olmuştur. Ancak dokuz yılda yaptıklarımız bir mantık dizisiyle düşünülürse ilk günden bugüne dek izlediğimiz genel gidişin, ilk kararın çizdiği çizgiden ve yöneldiği amaçtan hiç ayrılmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Burada, akıllarda yer tutabilecek kimi duraksama düğümlerinin çözülmesini kolaylaştırmak için, bir gerçeği hep birlikte gözden geçirmeliyiz. Beliren ulusal savaşın tek amacı, yurdu dış saldırıdan kurtarmak olmasına karşın, bu savaşın başarıya ulaştıkça, ulusal istence dayalı yönetimin bütün ilkelerini ve biçimlerini evre evre bugünkü döneme değin gerçekleştirmesi, olağan ve kaçınılmaz bir tarih akışı idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını, gelenekten gelen alışkanlığı ile hemen sezinleyen hükümdar soyu, ilk andan başlayarak ulusal savaşın amansız bir düşmanı oldu. Bu kaçınılmaz süreci, ilk anda ben de gördüm ve sezinledim. Ancak baştan sona, bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik. İleride olabilecekler üzerine çok konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve nesnel savaşa boş kuruntular niteliği verebilirdi; dış tehlikenin yakın etkileri karşısında üzüntü duyanlar arasında ise geleneklerine, düşünme yeteneklerine, tinsel durumlarına uymayan olası değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnmelerine yol açabilirdi. Başarı için uygun ve güvenilir yol; her evreyi, zamanı geldikçe uygulamaktı. Ulusun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu buydu. Ben de böyle yaptım. Ancak bu uygun ve güvenilir başarı yolu; yakın çalışma arkadaşlarımdan kimileriyle de aramızda, zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, yapılan işlerde beliren temelli ve ikinci derecede anlaşmazlıkların, kırgınlıkların ve giderek ayrılıkların da nedeni ve açıklaması olmuştur. Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan kimileri, ulusal yaşamın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet yasalarına kadar uzayan gelişmelerinde, kendi düşünce ve psikolojilerinin kavrama sınırı bittikçe bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardı. Bu noktaları, aydınlanmanız için, kamuoyunun aydınlanmasına yardımcı olmak için, sırası geldikçe birer birer göstermeye çalışacağım.
Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse diyebilirim ki ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi kendi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.
Şimdi Baylar, ilk iş olmak üzere bütün orduyla ilişki kurmak gerekliydi. Erzurum’da 15. Kolordu Komutanına 21 Mayıs 1919’da yazdığım bir gizli telde; “Genel durumumuzun almakta olduğu korkunç biçimden pek üzgün olduğumu; ulusa ve yurda borçlu olduğumuz en son vicdan ödevini yakından, elbirliğiyle çalışarak en iyi yerine getirebileceğimiz kanısıyla bu son görevi kabul ettiğimi; bir an önce Erzurum’a gitmek isteğinde bulunduğumu, ama Samsun ve yöresinin, güvensizlik yüzünden kötü durumlarla karşılaşması olasılığından ötürü, buralarda ister istemez birkaç gün kalmak gerekeceğini” bildirdikten sonra “beni şimdiden aydınlatmaya yarayacak bir şey varsa bildirilmesini” rica ettim. Gerçekten Samsun ve yöresinde Rum çetelerinin Müslüman halka saldırması ve öteden beri araçsız bırakılmış olan bu bölge yöneticilerinin yabancı devletlerin işe karışmasından dolayı bir önlem alamaması, durumu güçleştirmişti.
Tanıdığımız ve kendisinden büyük çaba umduğumuz bir kişinin Samsun’a mutasarrıf olarak atanmasını sağlamaya girişmekle birlikte, Üçüncü Kolordu Komutanını geçici olarak Samsun mutasarrıflığına atadım. Elden gelen bölgesel önlemlerin alınmasına ve özellikle halkın gerçek durum üzerinde aydınlatılmasına ve orada bulunan yabancı birlik ve subaylardan ürküp çekinmeye yer olmadığının anlatılmasına önem verildi ve hemen o bölgede ulusal örgütler kurmaya girişildi.
23 Mayıs 1919’da Ankara’da bulunan Yirminci Kolordu Komutanına: “Samsun’a geldiğimi ve kendisiyle daha sıkı ilişki kurmak ve İzmir yöresinden daha kolaylıkla alabileceği bilgileri öğrenmek istediğimi” bildirdim.
(Atatürk Söylev’in bu bölümünde Yirminci Kolordu Komutanı ile yaptığı görüşmeleri aktarır. Bu görüşmeler sonucunda, İzmir’le ilgili düzenli bir bilginin bulunmadığını öğrenir. Ardından, Anadolu ve Trakya’daki türlü askerî birliklerin komutanlarıyla olan yazışmalarına değinir. Bu yazışmalardan Manisa ve Aydın yörelerine de Yunan ordusunun girdiğini, Afyonkarahisar’daki Yirmi Üçüncü Tümenin güçlendirilmesi gerektiğinin haberini alır. Edindiği bu bilgileri diğer kolordu komutanlıklarına aktarır ve sözlerini şöyle sürdürür.)
Bir hafta kadar Samsun’da, 25 Mayıstan 12 Hazirana dek, Havza’da kaldıktan sonra Amasya’ya gittim. Bu süre içinde, bütün yurtta, ulusal örgütler kurulması gerektiğini bir genelge ile bütün komutanlara ve devletin sivil görevlilerinin üst düzey yöneticilerine bildirdim.
Dikkate değer ki İzmir’i ve daha sonra Manisa ve Aydın’ı düşmanın ele geçirişi ve yapılan her türlü saldırı ve kıyım konusunda ulus daha aydınlanmamış ve ulusal varlığa vurulan bu korkunç yumruğa karşı açıkça hiçbir üzüntü ve yakınma gösterisinde bulunmamıştı. Ulusun, bu haksız saldırı karşısında sessiz ve durgun kalması, elbette ulusun iyiliğine yorumlanamazdı. Bundan dolayı, ulusu uyarıp eyleme geçirmek gerekliydi. Bu amaçla 28 Mayıs 1919 gününde valilere, bağımsız mutasarrıflıklara, Erzurum’da On Beşinci, Ankara’da Yirminci, Diyarbakır’da On Üçüncü Kolordu Komutanlıklarına, Konya’da Ordu Müfettişliğine genelge ile bildirimde bulundum.
İzmir’e ve daha sonra ne yazık ki Manisa’ya ve Aydın’a düşmanın girişi, gelecek tehlikeyi daha açık olarak sezdirmiştir. Yurt bütünlüğümüzün korunması için, ulusal tepkilerin daha canlı olarak gösterilmesi ve sürdürülmesi gerekir. Ulusal yaşayışı ve bağımsızlığı bozan düşmanın yurda girişi ve yurt parçalarını koparıp alması gibi olaylar, bütün ulusa kan ağlatmaktadır. Üzüntüler önlenemiyor. Katlanılamayacak ve dayanılamayacak bu olayların hemen önlenmesi, bütün uygar uluslarla, büyük devletlerin adaleti ve etkisinden sabırsızlıkla beklendiği yolunda, önümüzdeki hafta içinde ve çeşitli illere göre, pazartesi başlayıp çarşamba gününe dek gerekli işlemlerin arkası alınarak yapılacak büyük ve coşkun toplantılarla ulusal gösterilerde bulunulması ve bunun köylere varıncaya dek bütün çevrede yapılması ve bütün büyük devletlerin temsilcileriyle Bâbıâlîye etkili teller çekilmesi ve yabancıların bulunduğu yerlerde bunlara da etki yapmakla birlikte, ulusal gösterilerde düzenin son derece korunması ve Hristiyan halka karşı bir saldırıya ve düşmanlık gösterisine, kırıcılığa benzer tutumlarda bulunulmaması çok gereklidir. Sizler bu konularda duyarlı ve etkili bulunduğunuzdan, işin iyi yönetileceğine ve başarılacağına tam güvenim vardır. Sonucun bildirilmesini rica ederim.
Verdiğim bu yönerge üzerine her yerde gösteriler yapılmaya başlandı. Ancak sayılı yerlerde, kimi kuruntular yüzünden, duraksamalar olduğu anlaşılmıştır. Örneğin On Beşinci Kolordu Komutanının Trabzon ile ilgili olarak gönderdiği 9 Haziran 1919 günlü gizli telden; “Gösteri toplantısı sırasında Rumların uygunsuz davranışlarda bulunabilecekleri ve hiç yoktan kötü bir olay çıkabileceği düşünülerek, gösteri toplantısına karar verilmiş iken bu kararın uygulanmadığı… gösteri düzenleyen kurulun toplantısında İstrati ve Polidi’nin de bulunduğu” anlaşılıyordu. Trabzon, Karadeniz kıyısında önemli bir merkez olduğundan orada, ulusal girişim ve çalışmalarda kararsızca davranış ve Yunanlılara karşı yapılacak ulusal gösterilerle ilgili görüşmelerde İstrati ve Polidi Efendileri bulundurmak gibi, girişimin ciddi olmadığını gösterecek gevşeklikler, elbette İstanbul ve düşmanlar için pek değerli belirtiler sayılır.
Verdiğim yönergedeki görüşü, kötüye kullanacak kadar ustalık gösterenler de oldu. Örneğin; Sinop’a yeni atanan bir mutasarrıf, orada yapılan gösterileri kendisi yönetiyor ve gösteri kararlarını kendisi yazıp halka imza ettirdiğini söylüyor ve bize de bir örneğini gönderiyor. Bu adamın zavallı halka gürültü patırtı arasında imza ettirdiği uzun yazılar içinde, şu satırlar gizleniyordu: “Türkler ilerleyip gelişemediyse ve Avrupa’nın uygarlık ilkelerini kabul edip sindiremediyse bu, şimdiye dek iyi bir yönetime kavuşamadığından ileri gelmiştir. Türk ulusu, ancak kendi Padişahının buyruğu ve egemenliği altında olmak koşuluyla Avrupa’nın gözetim ve denetiminde kurulacak bir yönetim örgütü ile yaşayabilir.”
Baylar, Sinop halkı adına Anlaşma Devletleri temsilcilerine verilen 3 Haziran 1919 günlü bu andırının altındaki imzalara göz gezdirirken müftü vekili efendinin imzasının yanında gördüğüm imza, bilginize sunduğum satırları yazan ve yazdıran ruhu bulup çıkarmama yaradı. O imza, Hürriyet ve İtilaf Fırkası ikinci başkanı olan kişinin imzasıydı.
(Atatürk bu noktada Milli Savunma Bakanı tarafından gönderilen ve İngiltere’den bildirilen bir notaya yer verilen 31 Mayıs 1919 tarihli bir tele değinir. Buna göre, Notada Sivas’ta bulunan Ermeni sığınmacıların esenliklerinin kaygı verici olduğu, bu bölgedeki Ermenilerin korunması ve gözetilmesi gerektiği, eğer bir öldürme ya da kötü davranış olursa kendisinin sorumlu tutulacağı, bu nedenle gerekenin yapılması konusundaki isteği yer almaktaydı.)
Sivas Vali Vekilinden aldığım 2 Haziran 1919 günlü bir telyazıda: “Bugün Albay Dömanj (Demange) imzasıyla alınan telde ‘Yunanlıların İzmir’e girişi üzerine Aziziye’de Hıristiyanların ölümle korkutulduğu öğrenilmiştir. Bu ise uygun değildir. Size haber veriyorum ki bu durumlar, müttefik askerlerinin ilinize girmesine neden olur’ anlamında bildirim yapılmaktadır…” denilmekte idi. Gerçekte ne Sivas’ta kaygı verici bir durum vardı ne de Hıristiyanlar ölümle korkutulmuştu. Sorunu, ulusça yapılmaya başlanılan gösteri toplantılarından kaygılanan ve bunu, amaçlarının gerçekleşmesine engel sayan Hıristiyan azınlıkların, yabancıların dikkatini çekmek için bile bile yaydıkları uydurma haberler olarak kabul etmek gerektir.
(Atatürk, bunun üzerine Milli Savunma Bakanlığı, bütün komutanlıklar, vali ve mutasarrıflıklara bu suçlamayı kabul etmediğini bildiren genelge ile bildirimde bulunmuş ve bağımsızlık tehlikeye düştüğü anda bunun önüne kimsenin geçemeyeceğini bildirmiştir. Ayrıca komutanlık ve valiliklere, Barış Konferansında İstanbul Hükümetinin durumu ve tutumu üzerinde bilgi vererek, konferansa gidecek kurulun iyi sonuç alabilmesi için kayıtsız, koşulsuz ulusal bağımsızlığın sağlanmasının ve ulus çoğunluğunu oluşturan Türklere ilişkin hakların korunmasının, ulusça temel ilke olarak benimsendiğinin bildirilmesini istemiş ve sözlerini şöyle sürdürmüştür:)
Bu tarihten beş gün sonra, yani 8 Haziran 1919’da Milli Savunma Bakanı beni İstanbul’a çağırdığını ve gizli olarak sormam üzerine kimlerin isteğiyle ve niçin çağrıldığımı, devlet büyüklerinden bir kişinin bildirdiğini daha önce yaptığım bir açıklama sırasında söylemiştim. O devlet büyüğü, Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunan Cevat Paşa idi. Bunun üzerine, İstanbul ile yapılmış yazışmaların bir kısmı herkesçe öğrenilmiştir. Bu yazışmalar, Erzurum’da görevimden çekildiğim güne değin değişik Savunma Bakanlarıyla ve doğrudan doğruya saray ile süregelmiştir.
Anadolu’ya geleli bir ay olmuştu. Bu süre içinde bütün orduların birlikleriyle ilişki ve bağlantı sağlanmış ve ulus elden geldiğince aydınlatılarak uyarılmış, ulusça örgütleşme düşüncesi yayılmaya başlamıştı. Durumu artık bir komutan kimliğiyle yürütüp yönetmeye olanak kalmamıştı. Yapılan çağrıya uymamak ve gitmemekle birlikte, ulusal örgütleri ve eylemi yönetmeyi sürdürdüğüme göre, başkaldırır duruma girdiğim kuşku götürmezdi. Bundan başka ve özellikle uygulamaya karar verdiğim girişim ve yürütümlerin köklü ve sert olacağını tasarlamak güç değildi. Bu nedenle girişim ve uygulamalarımın bir an önce kişisel olmak niteliğinden çıkarılması ve tüm ulusun birlik ve dayanışmasını sağlayacak ve yansıtacak bir kurul adına yapılması gerekliydi.
Hürriyet ve Anlaşma Partisi
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da Başbakanlık, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları ile Danıştay dairelerinin bulunduğu yapı
Tanzimattan sonra, Osmanlı yönetim yapısında sancakların yöneticisi.
Bu sancağın o zamanki adı Canik’tir.
Milli Savunma Bakanı
İçişleri Bakanı
Yurt
Olaylar
Eski adı, Elâziz
Kürt Yükselme Derneği
İslam Yükselme Derneği
Uzlaştırma ve Özgürlük, Barış ve Esenlik Dernekleri
İngiliz Dostları Derneği
Doğu İllerinin Ulusal Haklarını Savunma Derneği
Hakları Koruma
Trabzon ve Yöresi Özerklik Derneği
O zamanki adı Lâzistan
Katmayı Önleme
Müslüman olmayanların, özellikle Yahudilerin Mezarlığı
Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan
Birinci Dünya Savaşı
İngiltere, Fransa, İtalya
SÖYLEV (1919-1927) ve DEMEÇLER (1928-1938) syf: 21-33