Tarihteki büyük liderlerin en belirgin özelliklerinden biri de ileri görüşlü
olmalarıdır. Bu özellik ATATÜRK’ün de temel niteliklerinden biridir. Birinci
Dünya Savaşı’nın kaybedildiği ve Anadolu’nun çaresizlik içinde parçalanmayı
beklediği günlerde o, birçoklarının yaptığı gibi karamsarlığa teslim olmamıştır.
Sahip olduğu tarih şuuru ve geleceği algılama yeteneği ile, işgalci güçlerin
geçmişteki çıkar çatışmalarını ve gelecekteki beklentilerini çok iyi analiz
etmiştir. Bu analizle, sömürgeci güçlere karşı oluşturulacak bir direnişin başarıya ulaşacağını önceden görmüştür.
Aşağıdaki anekdot da ATATÜRK’ün
ileri görüşlülüğünü ve öngörü yeteneğini yansıtmaktadır:
4 Şubat 1919 tarihinde Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat
(Ulunay) M.Kemal Paşa ile Şişli’deki evinde bir görüşme yapar. Refii Cevat bu
görüşmeyi şöyle aktarır:
“Sorularımı bitirip veda etmek üzere ayağa kalktığımda dedi ki:
-Biraz daha oturunuz lütfen.
Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda:
-Soracağınız sorular bitti mi?
-Bitti Paşam.
-Bu vatan içine düştüğü bu felâketten nasıl kurtarılır, istiklâline nasıl
kavuşturulur? diye bir soru sormanızı beklerdim.
-Af buyurunuz Paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu
vatanın kurtulmasını en uzak ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir soru
sormadım.
-Siz gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de cevabımı vereyim, fakat
yazmamak şartıyla.
-Zatıalinizi dinliyorum Paşa hazretleri.
-Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır.
Bu gün herhangi bir teşkilâtçı Anadolu’ya geçer de milleti silâhlı bir direnişe
hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir.
Heyecanlanmıştım. Birinci Dünya Savaşı süresince gücümüzü öylesine
tüketmiştik ki elimizde hiçbir şey kalmamıştı. Harplerden sağ kalanların ise ayakta
duracak hâlleri yoktu.
-Nasıl olur Paşam? diye yerimden fırladım. Paşa sakindi:
-Aklınızdan geçenleri tahmin ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen
aleyhimizde. Ama düşmanlarımız olan bu büyük devletlerin bir de iç yüzleri var.
-Nasıl Paşam.
-Anlatayım. Siz sanıyor musunuz ki, savaşı kazanmakla müttefikler
aralarındaki bütün sorunları çözmüşlerdir. Aralarındaki asıl rekabet şimdi
başlayacaktır. Asırlarca birbirleriyle boğuşan Fransızlarla İngilizleri ortak düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet bıraktıkları yerden tekrar başlayacaktır.
İtalya’nın da başı dertte. Onlar da her an bir iç karışıklık yaşayabilirler. Sonuçta,
Anadolu’da başlayacak bir millî direnişle hiçbiri mücadele edecek durumda değildir.
Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır.
-Paşam, millî direniş… Güzel, ama neyle? Hangi askerle, hangi silâhla, hangi
parayla? Malesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız.
-Öyle görünür Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak
lâzımdır. Çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir.
Eksik olan şey teşkilâttır. Bu teşkilât organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur.
Mustafa Kemal’e veda ettim; matbaaya geldim. Ne kafam almıştı ne
mantığım. Daha doğrusu anlattıkları bana deli saçması gibi gelmişti. Matbaada
arkadaşlar anlat diyorlardı; neler söyledi? Anlattım:
Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, orada teşkilât kurulur, vatan bağımsızlığına
kavuşur, millet de özgürlüğüne kavuşurmuş, anladınız mı arkadaşlar?
Bu deli değil, zırdeliymiş.
O günlerde, o şartlar içinde İstiklâl Mücadelesi’ne atılıp Türkiye’yi
kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde
böyle düşünen tek adam oydu; tek adam!
Sadi Borak; “Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı”, Kuleli Dergisi, 1996/1, s. 1-2.