Milletlerin ekonomik, kültürel ve sosyal gelişmişlikleri bakımından birbirlerine üstünlükleri vardır. Ancak onurları bakımından birbirlerine üstünlükleri yoktur. Her insan kendi milletinin onuruna duyduğu saygıyı diğer milletler için de duymak durumundadır. İnsanın bir başkasına duyduğu saygı insan olmanın bir gereğidir Kendi milletinin onurunu her şeyin üzerinde tutan ATATÜRK, aynı saygıyı savaş meydanlarında savaştığı düşman milletlerin onuruna da göstermiştir.
O, yaşadığı dönemde ihmal edilmiş, cehalet ve yoksulluğa mahkûm edilmiş bir ulusun evlâdı olmayı kompleks yapmamış, aksine “Ne mutlu Türküm diyene!” demek suretiyle övüncünü dile getirmiştir. Bu özdeyiş ırkçılığın değil, millet sevgisinin ürünüdür. Onun bu özdeyişinden ister yönetici ister aydın olsun bu milletin emeğiyle geçinip sonra da ona gereken hizmeti vermeyenlerin alması gereken büyük dersler vardır. Aşağıdaki anekdot ATATÜRK’ün millet sevgisini ve başka milletlerin onuruna yönelik bakış açısını yansıtan güzel bir örnektir:
Mustafa Kemal samimî bir Türk milliyetçisi idi. Bunun canlı örneğine Yafa’da şahit oldum. Cumhuriyet döneminde Çankaya’da birkaç defa da ayrıntılarıyla kendisinden dinledim.
Mustafa Kemal, 5 nci Orduda Arap ırkından olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından üstün tutulduklarını gördükçe üzülüyordu. “Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız?“ diyordu. Aynı ıstırabı ben de duyuyordum… Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolulu kıt’a çavuşlarına kötü davranıyor, yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.
Mustafa Kemal, bir hafta on gün önce geçen bir olayı şöyle anlattı:
Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıt’a çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı, gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup olduğu ırka hücum ediyordu:
“Sen nasıl olur da yüce Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin…” gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.
Dayanamadım.
-Yüzbaşı efendi susunuz! diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.
-Yoksa fena bir şey mi söyledim? dedi. Ben de:
-Evet, çok fena hakaret ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan yüce olabilir, fakat senin de benim de Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz ırkın da büyük ve asil bir millet olduğu, asla inkâr edilemez bir gerçektir.
Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.
Yıllar sonra bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi:
“Bu ve buna benzer olaylar, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.”
Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumunu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. ATATÜRK, Türk milletinin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir, milletine:
“Ne mutlu Türk’üm diyene!” hitabıyla seslendiği zaman, buna varlığı ve içtenliği ile inanmıştı.
Ali Fuat Cebesoy; Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1981, s. 98-100.