Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.
Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu Balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de büyük muharebede şehit düştü. Birisi İkinci İnönü’den dönmedi. En son torunu da Sakarya’ya gönderdi. Bir gün haber aldı ki en son delikanlısı da Duatepe Muharebesi’nde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti. Çok ağladı. Fakat “Sakarya kazanıldı” haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.
Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara’nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara’ya geldi, doğruca gitti, Büyük Millet Meclisi’nin kapısı önünde durup çömeldi. Aradan biraz vakit geçti, sordular:
“Nine ne istiyorsun?”
“Hiç, hiçbir şey.”
“Ya neden burada duruyorsun?”
“Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.”
“O dediğin kim?”
“Gazi Paşa.”
Sonunda hikayesini anlattı ve dedi ki:
“İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça gelirim. O Millet Meclisi’nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi bebeklerinde bütün ölenlerimin gözlerini görür gibi olurum. Sonra içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.
Anılarla Atatürk, İstanbul Görsel Yapım Prodüksiyon